BİR KÖY, BİR KÜTÜPHANE
Şahsi bir kütüphanenin ortasında, soğuk havaya direnç
kazanacağını zannederek ince elbiselerle duruyordu. Aptal. Bir yanda İlkokulda
öğrendiği “Orda bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür. Gezmesek de tozmasak
da o köy bizim köyümüzdür!” şarkısının tınıları kulaklarında… Diğer yanda
rafları iklim, kitapları ev, sayfaları insan ve satırları duygu dolu kocaman
bir köy! Kütüphane…
Birkaç sayfa daha okusa yanına kârdı. Kitapların
içinden çıkamayacağından emindi. Ama amaç mücadele etmek ise bundan
vazgeçemezdi. Fikirlere, kapısına dayanmış düşmanla boğuşacak gibi saldırırdı.
Onun için mesele hanesindekileri savunmak değil de, düşman bellediği
karşısındakini yenmekti. Cepheye çıkmaya özgüveni yoktu ama kendi sınırları
onun bir kaşının kalkmasını sağlardı.
Yorgun savaşçı, hafif geriye eğilip tavana baktı. Üç
yöne uzanmış gri, yılan gövdeli, ucu zambaktan avizenin ortasında güneş gibi
parlayan ampulün gözlerini yakmasına izin verdi. Çocukluğunu, gençliğini
harcadığı bu kitaplar arasında bulunmak ona zevk veriyordu. Çılgınlar gibi
eğlenmek, çok acayiptir ki, onun için buydu. İnsanlardan çıtırtı duyan sincaplar
gibi kaçıyordu. Kaçmak zorundaydı, çünkü duygular çevrelemişti dört bir yanını.
İnsanların gözlerinde hissettiği alay bile yıpratıyordu onu. Köşesine çekilmek
onu mutlu ediyordu. Hayat ise bu kadar ucuz değil, köşesine çekilecek kadar
ferah değildi! Yutuyor, hapsediyor ve engel oluyordu ona. Saldırmak zorundaydı.
Her şeye saldırmak zorundaydı ki incinip yaptığı işlerden insanların laflarıyla
soğumasın. Bu yüzden kimseyle anlaşamıyor, ukala, bencil, duyguları sökülüp
atılmış, zırdelinin teki ve diyalog içerisinde insanların fikirlerine
acımasızca sansür koyan küfürbazın önde gideni olarak görülüyordu. Gözlerinin
yaşardığını hissettiği anda masaya eğildi. Eline bir kalem alıp oraya buraya
çevirmeye başladı. Durup bunlara harcayacak, kendiyle yüzleşecek vakti var
mıydı gerçekten? İnsanın kendiyle yüzleşmesi ve çevresinden gelenleri oturup
tartması zaman kaybı gibiydi onun için. Kaybediyordu bu noktada, kendini tanımaktan
uzaklaşıyordu. Derine, daha da derine, yine derine! İşliyordu yıprandığı anlar.
Tahammül edemeyip duraksamaya başladığı anda ise afallıyor, birkaç gün kendine
gelemiyordu. Tüm bunlara tekrardan ara verip telefonuna baktı, tek arkadaşı
olan İbrahim ile sözleştikleri saati bekliyordu. İbrahim neden kendine kurduğu
o cümlelere rağmen onun arkadaşıydı? Acımasız ama kendince hakikat olan şu
cümleyi geçirdi içinden, “Fakir ve aptal. Düşünecek ve tartacak hiçbir şeyi
yok, yaşam mücadelesinde!”… Kitabına devam etti.
Zilin çaldığını duyunca tüm işini bırakıp, bir mont
giymek için odasına ilerledi. İbrahim ise sabredemiyor zile bastıkça basıyordu.
Düşünmeden hızlıca aldığı bir montla açtı kapıyı.
-Niye açmıyon la kapıyı?
-Allah nasip etmedi.
Kapıyı kitledikten sonra İbrahim’e döndü. İbrahim
fakirliğe karşı dikbaşlı duruşuyla şık gri bir atkı geçirmişti boynuna.
Üstündeki siyah palto küf kokuyordu. Pantolon da bedenine uymuyordu. Bir eli
belinde tutuyordu kotu. Ayaklarında şu aralar herkesin giydiğinden bayramlık bir
ayakkabı vardı. Üstündekiler ise abisinindi besbelli... Yüzünde hala saçma bir
ciddiyet duruyordu. İbrahim izlediği dizilerden etkilenen manyağın tekiydi.
Özeniyordu yaşanılan hayatlara. Lüks arabalar, metresler, villalar, saygınlık…
Hepsi onun kaderinin ve özellikle yetiştirilme tarzının bir sonucuydu. Fark
etmeseler de İbrahim’in maddi durumunda boğuşan herkesin hayatı, realizmden
uzak hayalleriyle yaşamaktan ibaret. Her ne kadar toplum bunun tam tersinin
olduğunu söylese de...
-Nereye gidelim?
-Aga, iki çekirdek alalım bir fusetea içeriz bankta.
Başıyla onayladı. İbrahim’in telefonu çaldı, sessize
aldı. Hızlıca sessize almasıyla anladı ki:
-Elif Eylül mü aradı?
-Elif Eylül kim lan?
-Telefona kaydettiğin kız değil mi? Hani kalp yolluyordun!
-Haa, oğlum onun adı Eslem ya.
-Elif kim peki?
-Polat’ın sevgilisi
-Polat kim?
Hafif doğrularak:
-Benim…
GÜNLERDEN BİR GÜN
İbrahim’in seslerini duyuyordu, kelimeleri ise anlamıyordu. Gözlerini açacak gücü yoktu, fakat umutlanmak ona bu eylemi bahşetti! Gözlerini açınca buğulu olarak bir yüzün karşısında durduğunu gördü. Bu yüz İbrahim’in mi bilmiyordu ama ses ona aitti. Bir anda havaya kalktığını hissetti. Bir alçalıyor bir yükseliyordu. Kendinden geçmesine ramak kalmış, uykuya dalmak çilesiz cennet gibi geliyordu o an...
İbrahim basamakları çıkarken dişlerini sıkıyor, bir emirmiş gibi arkadaşını içeriye almaya çalışıyordu. Annesi kapıyı açtı fakat durumdan gram memnun değildi. Gözlerinin altı torba dolu bu kadının üstünde çiçek desenli bir etek, patikleriyle kapının önüne çıkmıştı. Oğluna sinirinden pembe hırkasının önünü örttü ve kollarını birleştirerek, iç çekip içeri girdi. İbrahim kendi yatağına Alper’i yerleştirdi. Kireçli duvarlara sahip odada beyaz bir ampul tüm odayı aydınlatıyordu. Satsa antika değeri görecek kadar eski gömme dolabın beyaz yağlı boyası daha yeni yapılmıştı. Perdeler kırış kırış, tüle ihtiyaç görülmüyordu. Ayakları ve kapağı kırık koca kahverengi sandık alakasız da olsa yatağa en uzak köşede idi. Yatak üstüne yorgan atılmış yaylı cinsten, başlığı mor yapılı. Bir de plastikten hazırlanmış beyaz bir masa, üstünde Exper CRT monitör IBM eski kasa beyaz bir masaüstü bilgisayar ve birkaç fotoğraf! Fotoğraflardan biri ise aile fotoğrafı. İbrahim, babası ve annesi. Her şeyin bembeyaz olduğu bu odada Alper ya cennetin bekleme odasındaydı ya da sorguya alınmıştı. İbrahim, acıyarak başını okşadı arkadaşının ve içeriye gitti. Annesinin kıyameti koparacağından korkarak oturma odasına girdi. Kocaman bir vitrin üstüne konulmuş tüplü televizyonun önünden geçip sobanın yanına oturdu. Annesi azara başlatmıştı. İbrahim saçma bir senaryo yazıp hastane yerine arkadaşını eve getirmişti. Tanımlamıştık ya, bu aptalın kafasındaki diziler, gerçek hayatla birebir aynı. Alper gürültünün farkındaydı fakat kelimeleri anlayamıyordu. Uyumak, belki şu anlık iyi olabilirdi. Üstündeki kanlar, odanın soğukluğu, üstünün açık olması, karnının açlığı, durumunun belki ölümcül olması… Bunlar ne olacaktı peki? İbrahim umarım anneciğin zeki ve bilgili biridir çünkü Alper’in artık gücü kalmamıştı, istemese de uykuya daldı.
2 HAFTA ÖNCE
Güneşin doğuşunu karşılamak insana verilen büyük bir ödüldü. Saçmalıklar yazarlarının bahsettiği Tanrının mükafatları listesi gibi değil, sahi. Aklından binlerce şeyin geçtiğini hissediyordu. Bunalıyordu artık susturulmaktan. Susturulmak zoruna gidiyordu. Tam bir şey söyleyecek, bilginin elinden tutup onu göklere kaldıracakken birisi iki dudağının arasına darbe yapıyordu. Bundan kurtulmak için kendinden vazgeçmeye hazırdı. İstediği ile kendisi arasındaki bıçak dolu yoldan, her şeyden vazgeçer gibi, terki diyar ederek istediğine ulaşacaktı. Bunu neden istiyordu? Fikirlerin eyleme dönüşmesi için belirtilmesi şart mıydı? Devrimcilik mi oynuyordu kendisiyle yoksa, hiçbir şey geçiremiyordu aklından. Dinlerle beraber insanların tabuları olmuştu. Zaman tabuydu, Roma’da dies nefasti… Mekan tabuydu, İskandinavya’da Valhalla… Fakat insan geliştikçe elindeki boş vakit daha da arttı. Bugünün geri kalmışları tabularını kişilere, aydınları ise fikirlere bağlamıştı. Her bir din mi ideoloji, her ideoloji mi bir din sorusunu kendince cevaplıyordu böylece. Özellikle yaşadığı ülkede, laf ettirmiyordu şahıslara. Birinin ülkeyi kurması veya kurtarması onun eleştirilemeyeceği anlamına mı gelir? Şayet bir imparatorluğu yıkacaksanız krala küfretmeden olamaz. Bugünün demokrasisini övüp; borçlu olduğunu hissettiği ve hakaret edildiğinde onun adına mahkemelere koştuğu şahıs, gelecekte bugünün imparatorları gibi göründüğünde, hangi devrimle sizin devrim sandığınız ve özgürlüğün geldiğini hissettiğiniz fikirleri göğe çıkartabilecekti. İnsanın aydınlanması tek yolun hizasında, bildiğini okuyarak ilerlemesi değildir. Geleceği göremeyenler, fikirlerin eskiyeceğini bilemeyenler, anın içerisinde donup kalanlar ülkeyi kuran cumhurbaşkanını iki dudak arasından çıkacak kelimelerden koruyabilmek için anayasaya madde yerleştiriyor. Bu maddeler gereğince de birilerini hapislerde çürütüyordu. “O çok iyi işler yaptı, krallar gibi insanları ezmedi, kendi hakkını onların hakkından alıkoymadı.” Bu yalnızca bizim çağımız için geçerli, ilerde insanların adalet algısı değişip, bizimkiler mağara adamlığından farksız olduğunda insanlar çıkıp bizim ortaçağa baktığımız gibi bize bakacaklar.
Durdu ve tekrarladı ''Aydınlatılmış olanının aklı, insanlarca karanlıkla kaplanmıştır.''
Tüm bunları düşünürken
saatin altıya yaklaştığını gördü. Önünde oturduğu pencerenin bej mermerine kahve
kupasını koyup, ellerini çenesine götürdü. Hafifçe eğilerek düşünmeye devam
etti.
Bu bahsettikleri
Perraperre ülkesinde olanlardı. Keşke o muhteşem, özgürlükçü Türkiye’de de
yaşasaydı.
Aslında olay şundan
ibaretti, toplumun bir kesimi bu lideri, öbürü diğer liderini kutsuyor, ikisi
de çarpışma içerisinde birbirine kin kusuyordu. Eğer sen bir lidere haykırmak
istiyorsan, kendi tabularını da özgür bırakmak zorundasın. Bu çağda, anayasasında böyle maddelerin olması
onu yaralıyordu. Kahvaltı hazırlamak için ayağa kalktı. Tek yaşayan bu genç,
ailesiyle yaşadığı kavgalar yüzünden, onlarla arası bozulmaması için tek başına
yaşamaya onları ikna etmişti. Kahvaltıya
İbrahim’i çağırmak istedi çünkü artık harekete geçmek istiyordu.
SÜREÇ
-Sana bunu yapan kişiler
belli mi?
-Kişiler belli de İbrahim…
Duyan bir dilekçe de ben vereyim diye, savcılığa gitmiş. Dine sövmüşüm, siyasetçilere
sövmüşüm, özellikle o gece, o gece var ya o gece… O gecenin siniri hala
üzerimde. Allah senden razı olsun dost,
bana sen sahip çıktın, hasta yatağımdan sen kaldırdın.
-Ne demek oğlum,
arkadaşız lan biz.
Hafiften güldü fakat
güldüğünde ağzında gözüken çiğnenmiş simidi görünce karşılık veremedi.
-Ayran iç al.
-Yok, eyvallah İbrahim.
-Aga sen ne yaptın, sana
ne oluyor oğlum?
-Ne demek ne oluyor İbrahim,
benim istediğimi söyleme hakkım yok mu?
-Yok. Oğlum derdin ney
lan? Ne istiyorsun adamdan, bu ülkeyi kurtarmış işte?
-İbrahim fakirlikten
sürünüyorsun, adım gibi eminim Mor Parti’nin başkanı ne zaman televizyona çıksa
ağzından küfür düşmüyor.
- Ulan aptal, onunla
paşamız bir mi?
-Sana değil İbrahim. Bu
ülkede sadece siz yaşamıyorsunuz. Sizin yücelttiğiniz adamı başkası yüceltmiyor
işte. Onun da kendi tabusu var! Sen onun tabusuna küfretme hakkını kendinde
görüyorsun fakat seninkine gelince kıyamet kopuyor.
- O zaman onlar da
adamakıllı eğitim alıp, neyin doğru neyin yanlış olduğunu öğrensinler.
-Buna kim karar verecek
İbrahim?
- Tarih bilimiyle olaya
bakıp, gerçeği görenler.
- Bilim mi,
değişkenliklerle dolu bilgi birikimiyle, değişmezleri belirleyeceksin öyle mi?
Şayet öyle olsa bile, bu yine de ona hakaret edemeyeceğimiz anlamına gelmiyor.
Ah İbrahim, ben bunları kendimle haftalar öncesinde tartıştım. Belki gün
gelecek bu düzeni yıkmamız gerecek! O çok sevdiğin tarihin içinde bi gez bakalım.
Başkaldırı ne zaman küfretmeden gerçekleşmiş bul bulabilirsen eğer!..
-Gelecekten bahsediyorsun
Alper! Ama biz buradayız ve şuan için paşaya sövemezsin.
-Bak İbrahim benim
kişilerle problemim yok. Madem şuanda yaşıyoruz, hakaretin sınırını belirleyen
kurum kim, kişi kim olacak? Eğer tarihe bırakacaksan İbrahim, tarihi her zaman
biri yönetmiştir. Çok sevdiğin bilimin tarihini bile. Avrupa için sen kimsin
İbrahim, senin dedelerin kim? Ders kitaplarında öve öve bitiremediğin İslam
alimleri var ya hepsi birer buzdolabı onlar için. Karşıya geçmek için üstüne
binilen kaplumbağa. İbrahim bak, bu devinim asla bitmez. Sen böyle olur
dedikçe, insan tam zıttıyla karşına çıkacaktır. Çıkmaz ise zaten sıkıntı.
İkiyüzlü olmayacaksınız. Sen birini bastırdıkça, birini engelledikçe onun için
o daha da değer kazanacaktır. Hatırlasana, Murat Birim’in konferansını
engellediler, susturdular adamı. Susturulan adam mazlumu oynamaya hak kazanır. Konferansı
sonra ne oldu hatırlıyorsun değil mi? Normalde gelecek kişi sayısının iki buçuk
katı insan yığıldı. İnsan özgürlüğü de sever İbrahim, susturmayı da. Susturan
özgürleşir, susturulan özgürleşmek isteyenin özgürlüğü için kendisini feda
eder. Senin dediğin şey doğru olabilir, bu topraklar onun gibisini görmemiş
olabilir ama Kadri Mısırcılaroğlu gibilerin piyasada neden var olduğunu hiç
düşündün mü? Sen susturmak istediğin için o düşüncede insanlar peşlerinden
gidiyor. İbrahim tarikatlardan nefret ediyorsun değil mi? Marifeti kaldırmakla
paşan çok sevap işledi değil mi? Marifet makamı yanlış değil mi İbrahim?
-Evet, sence değil mi?
-Bence de yanlış ama bu
ülkede marifet isteyen onlarca insan var ve sen bunları baskılamaya devam
ediyorsun. Eğer bir fikrin çürütülmesini istiyorsan o fikri özgür bırakacaksın.
Ben insanlardan kaçıyorum İbrahim. Ama daha demin dediğim gibi, “İnsanın
fikirlere karşı tavrı ikidir.” Ya haykırır, ya da susturursun. Susturan
özgürdür, susturulan özgürlüğünü kazanmak isteyen ve ona karşı her şeyini feda
edebilendir. Medeniyet belki de buradan doğmuştur ha? Eğer sen marifetçileri engellemez, her şeyi
açıkça ortaya koyarsan, eğitilmiş toplum bunun yanlış olacağını anlayacaktır. Yani
senin dediğin gibi toplumu eğitelim, paşaya sövmekten vazgeçsinler, diyerek
olmuyor İbrahim!.. Olsaydı, bugün sen bu kitlelere sövmezdin.
-Oğlum, neyse hadi onu
anladım! Dine sövülmesine neden karşı değilsin?
-Kaç kere söyleyeceğim
İbrahim! Neyi, nasıl söyleyeceğinin sınırını kimse belirleyemez. Şayet
belirlerse ve toplum buna alışırsa, toplumun dengesi değiştiğinde daha çok
yasak, daha çok çatışma gündeme gelecektir. Baksana ülkemiz Perraperre
Cumhuriyetine! Kurban olduğum böyle değil mi?
-Ne yani ben sana
istediğim gibi sövebilecek miyim, ya da herhangi konuda istediğimi
söyleyebilecek miyim?
-İbrahim bu muhteşem bir
şey değil mi? Bunları yapabilecek olmak neden seni heyecanlandırmıyor
anlamıyorum? Sen bana küfrediyorsan, fikirlerini küfürle belirliyorsan bu senin
izlediğin yoldur ki, insanların çoğu böyle hareket eder. Ama ben bunu
desteklemiyorum, dinim yasaklıyor. Yapmak isteyene ise karışamam. Şayet biri
bana küfrediyorsa, sosyal medyadan engellerim. Hakareti gerçek hayatta
yapıyorsa, uzaklaştıramıyorsam kendim oradan ayrılırım.
-Çok ütopik.
-Değil İbrahim, siz bunun
distopyasında yaşıyorsunuz. En çok ne zoruma gidiyor biliyor musun? O gece, o
kızı…
-Hangi kızı?
-Var ya hani, “Karabiber Soğan”
adlı komedi gösterisindeki kız!
-Sen o kızı niye korudun
be aptal, değdi mi?
-Prensip! Bir de onu “Kuşmuş”
adlı sosyal platformda linç eden ve peşini bırakmayacağım diyen avukat var ya!
-Eee nolmuş o avukata?
-Bugün birisi İslam’a
sövmekten içeri alınınca “Nerede fikir özgürlüğü?” diye “kuşimuşi” atmış!
İşte konjonktürel konum
almak; değer ilkeli değil de, çıkar ilkeli yaşayan insanlar yaptı bizi
İbrahim!..
O GECE
Komedyen kız canlı
yayında yaptığı gösteride Mistiris Oteli’nde yanan insanlarla ilgili espri
yapmıştı. Oradaydı, komik bulmadı fakat kızın başının belaya gireceğinden
emindi. Ah be… Bugün senin espri yaptığın oteldekiler ağızlarından çıkanlar
yüzünden yandılar. Seni de orada yananları korumak isteyenler ağzından
çıkanlar yüzünden linç edecek. Ne yaptın sen be!
ÇIKIŞ
Kalabalık kızın üstüne
çullanınca hemen önlerine atladı:
“Aptallar, durun bakalım
hele! Bir dininizin, milliyetinizin, ırkınızın ve değerlerinizin olması size
birini linç etme hakkı mı veriyor he? Medeniyetten bahseden rezil rüsvalar, hak
yalnızca sizin elinize geçince mi hak? İnsanlık olarak artık fikirleri ve
söyledikleri yüzünden birinin linç edilmesine ya da en iyi ihtimalle parmaklıklar
ardına tıkılmasına nasıl göz yumuyor ve bunu nasıl isteyebiliyorsunuz? Hangi gelişmişlikle?
Nerede o öve öve bitiremediğiniz medeniyetiniz?..”
Ve tekrar merdivenlerinden zoraki sırtında çıkardığı evlerinde; Alper’in odasının kıynaşık kalan kapı aralığından bir süre onu seyre daldı! İyileşeceğine umut duyumsayarak…
Salih Ekenel
Sadece gururlandım. Emin ki gelecekte çok iyi bir senarist olacaksın. Devam et bu tarz kurgulara. Hangi mesleği seçersen seç, hangi işle iştigal edersen et senaryo işini bırakma evladım...
YanıtlaSilKurgusundan tutun verdiğiniz morale kadar emeğiniz büyük. Çok teşekkür ederim emeğiniz icin.
SilUmarım acele etmeden,el çekmeden serüvenine devam edersin.
YanıtlaSilAbi iyiki varsın iyiki arkamdasin. Benimkisi küçük şeyler, serüven cabuk biter :)))
SilSerüven çabuk bitmesin aksine daha fazla üretmelisin zira bu gibi kaliteli,espritüel ve farklı bakış açılı yazınlara toplum olarak açız!
YanıtlaSilYaptığın tasvirler,kurguya olan hakimiyetin ve akıcı anlatımın şüphesiz yetenek ister.Devamı mutlaka gelmeli,kalemine sağlık kardeşim.
aman beyim, şımartmayınız :)) daha güzelleri sizin kaleminizden çıkıyor :))
SilVay be biz yaşlandık... "Tüm bunlara tekrardan ara verip telefonuna baktı, tek arkadaşı olan İbrahim ile sözleştikleri saati bekliyordu." Bizim zamanımızda hikayelerde zamani ogrenmek icin saatlere bakarlardı :))
YanıtlaSilz kuşağından ancak bu kadar abi :))
Sil