HANGİ İSA ?

 

 

                    


                                           
  

  Geçenlerde sizlere Tanrı’nın, beni bu dünyaya getirirken kendisini araçsal sebep kıldığı annem Meryem’den bahsetmiştim. Şimdi ise huzurlarınıza parçalanmış bir kimlikle kendim çıkıyorum. Zira akıp giden yıllar, insanların zihinlerinde hüviyetim hakkındaki soru işaretini o denli büyüttü ki; çengeline bütün dağları, bütün vadileri assalar yine de çekebilirdi.  

  Tanrı Yahve’nin kelamıyla mı yoksa marangoz Yusuf’un tohumlarıyla mı bir rahimde filizlenmiştim? Bazı pütürlü dillerden,  annemin  “Pantera” isimli Romalı bir askerle zina ettiğini bile işitmiştim. O halde ben,  gayri meşru bir ilişkinin yasak meyvesi mi oluyordum?

 İsrailoğulları’nın birçoğu gibi göbek kordonum sürgün yollarında mı kesilmişti, yoksa Beytüllahim’deki bir mağarada mı?

Yahuda Krallığı’nın dört gözle beklediği Davud ve Süleyman soyundan bir Mesih miydim; yoksa bir ağaç altında, bir mağarada ya da bir dağ başında vizyonlar yaşayan bir medyum mu?

 Şeria nehrine ağ atan bir balıkçı mıydım yoksa, İsrailoğulları’nın kaybolan koyunlarına göz kulak olacak bir çoban mı?

 Ayaklarında sandal, sırtında yırtık bir mintan şehir şehir dolaşan bir meczup muydum?..

Söyleyin bana, üzerimde “Tanrı oğlu” gömleği mi daha şık dururdu yoksa, bende vücut bulmuş Tanrı hırkası mı?

 Azgın kalabalıkların Golgota Tepesi’ne sürüklediği beden bana mı aitti; yoksa, beni otuz dirhem gümüşe siyasi otoriteye gammazlayan Yahuda İskaryot’a mı?

 Kim bilir belki de her türlü bağını koparıp Zeytin Dağı’nı yurt edinen ben, elçiler zincirinin sondan bir önceki halkasıydım.

 Bu kışkırtıcı sorulara karşı birazdan vereceğim cevapların sizleri yatıştırıp sağaltacağına inanıyorum.

 Marangoz Yusuf’un yüreği, gizli gizli anneme akmış olabilir. Ancak Meryem, yıllar yılı şeytanın her türlü iç ve dış ayartmasından uzak, yüreğini ukbaya hibe etmiş bir kadındı.

 Dolayısıyla eşkıya zannedilip Romalı askerlerce Seforis’te çarmıha gerilen Yusuf, ne onun kocasıydı ne de benim babam! Bu durumda, sırtımda taşıdığım çarmıhı babadan miras aldığıma dair tez çürümüş olmuyor mu?

 Annemin “Pantera” isimli bir askeri tanıdığına ise hiç ihtimal vermiyorum. Nasıl tanıyabilirdi ki? O,  mabede girdiği günden beri dünyaya açılan tüm kapıları, pencereleri kapatıp âdeta fâni âlemle arasına bir perde çekmişti.

  Mutlak Kudret; ilk ağacı tohumsuz, ilk kuşu yumurtasız, Âdem’i ise babasız yaratmıştı. Pek tabi ki, beni de er suyu kullanmadan Meryem’in rahminde “Kün!” emriyle suretlendirebilirdi.

  İsrailoğulları; Babil Kralı Nabukednezar, Roma Kralı Titus… gibi tarihte birçok devlet ve kral tarafından sürgün edilmemiş olsalardı, kadınlarımız yolda doğurmayı nasıl öğreneceklerdi?

  Bana yüklü annem; nüfus sayımı için Beytüllahim’e gitmiş, sancıları sıklaşınca yabancısı olduğu bu şehirden uzaklaşıp kendini bir mağaraya atmıştı. Sanki o gün eline bir çekiç alan Tanrı, yolda doğum mührünü benim için kırıp mağarayı bana kundak eylemişti.

  Daha önce Kral Hirodes’in şimdilerde Sezar’ın zulmünden bunalan halk, yöneticilere sırt çevirirken alnını mabede dönmüştü. Orası ise Ferisiler başta olmak üzere dünyaperest din adamlarınca işgal edilmişti. Onları, içine düştükleri bu zindandan ancak bir “kurtarıcı” özgürlüğün avlusuna çıkarabilirdi.   

 Elimle sıvazladığım körlerin, cüzzamlıların şifa bulması nedeniyle mi alnıma “Mesih” etiketi  yapışmıştı? Yoksa çamurdan yaptığım kuşların canlanıp uçması, Magdalalı’nın kardeşi Lazarus’un ölümünden dört gün sonra dirilmesi… gibi karşımdakileri aciz bırakacak pek çok şey  nedeniyle mi?Bilemiyorum.  

  Bu yaşananlar, havarilerim arasında  “ Bizi Roma zulmünden kurtaracak Mesih, İsa olabilir! ”şeklinde güçlü bir inanca dönüşmüştü.  Oysa ben, Tanrı’nın elçisiydim. Aslında çamurdan kuşlara ruh üfleyen, marazlılara şifa veren ve ölüleri dirilten Tanrı’ydı. Bununla birlikte hiç kimse ağzımdan ne Yahudilerin kralı ne de beklenen Mesih olduğuma dair tek bir cümle işitmişti.

  Size ilginç gelebilir ama mağaralar, ağaçlar ve dağların elçilerin hayatında çok önemli bir yeri vardır. Örneğin tevhit usturasıyla kalbini sünnet eden İbrahim, en keskin bıçağını ve ciğerparesi oğlunu yanına alıp Moriah Dağı’na yürümemiş; kavmini Mısır esaretinden kurtaran Musa, Tevrat levhalarına uzanmak için kırk gün boyunca Tur Dağı’nın zirvesinde uzlete çekilmemiş miydi?

  Bir sarayda bir Raca’nın oğlu olarak doğup el bebek gül bebek yetişen Buddha, yirmi dokuz yaşından sonra sarayın dışını merak etmişti. Aç insanlar, hasta bedenler, dilenenler ve omuzlar üzerinde taşınan ölüm âdeta onun hassas ruhuna bir tokat gibi inmiş ve  Buddha, aydınlanmak için Bodhi Ağacı’nın altında inzivaya çekilmişti. Bense dindar bir ortamda büyümüştüm. Tevrat’ı elimden düşürmüyor, cumartesileri sinagoga gidiyordum. Ancak mabet; engerek yılanı Ferisilerle Sadukilerin ihtiraslarının çarpıştığı bir mekâna dönüşmüştü. Halveti Musa’dan öğrenmiştim.Otuzlu yaşlarda Zeytin Dağı’nı kendime mesken kıldım. Orada Tanrı’nın cümlelerine muhatap olup  noktasına virgülüne varıncaya dek onları aklıma ve kalbime işledim. “ Unutmayın, benden sonra  Faraklit    adlı bir elçi gelip  peygamberlik zincirini mühürleyecek. O, toplumundan uzaklaşıp Hira Mağarası’nı kendisine yurt edinecek. Orada bireysel devrimini gerçekleştirip önce yaşadığı çevreyi sonra da birçok coğrafyayı  ayet ayet dönüştürecek.”

  Son günlerde Şeria Nehri,  balıkçı Simon ve Andrea kardeşlere oldukça cimri davranıyordu. Eve ekmek götürememek bellerini bükmüştü. Onlarla nehre açılmaya karar verdim.  Galiba ayağım bereketli gelmişti. Balıklar, âdeta birbirlerinin sırtına basıp basıp ağın içine atlıyorlardı. Gerçi yaşamım boyunca günah çukuruna düşmesinler diye insanları tutmak, bana balık tutmaktan hep daha önemli gelmişti.

  Aslında her elçi bir çoban değil midir? Ben de gözetimim altındaki koyun ve keçi sürülerinin uçurumdan aşağı yuvarlanmalarına, yasak arazilere girmelerine ve zehirli otlardan yemelerine engel oluyordum. Tıpkı kavmime göz kulak olduğum gibi…

  Sabiiler’i peşinden sürükleyen Vaftizci Yahya,Erden Nehri’nin soğuk sularında mücrimlere tövbe banyosu yaptırıyordu.Bense Celileli bir öğretmendim. Yahudi şehirlerindeki  karanlığı yırtmak için az yürümedim.Bana,geçtiğim yerlerde “Rabbi” ya da “Üstad” diye sesleniyorlardı.Elim, hasta bedenlere merhem olurken dilimse yüreklere merhem oluyordu.Örneğin Magdalalı Meryem,bulandığı çamurdan  vaazlarımla dirilmişti.Göz pınarlarıyla ayaklarımı yıkayıp havlu niyetine saçlarını kullanmıştı. Kadınından erkeğine yaşlısından gencine yetmiş küsür öğrencim olmuştu.Ancak ben,  öğretimi on iki Yahudi kavmini temsilen havarilerim üzerine oturtmuştum.Hiçbiri Tarsuslu Pavlus gibi eğitimli insanlar değillerdi.Kimi balıkçı,kimi marangoz …Matta ise gümrükçüydü. Hafızam bana yalan mı söylüyordu yoksa sayıları on bir miydi? İblis,  Yahuda İskaryot’un kılığına girip beni otuz dirhem gümüş karşılığında  siyasi otoriteye  satmış mıydı? Öyle ya, “Düşmanını sev!”(Matta 5:43-44) “Sağ yanağına vurana sen sol yanağını da  uzat!”(Matta 5:39) gibi söylemlerim bir yanda,  Sezar’ın zulmü ve kılıcı ise diğer yanda duruyordu.Galiba İskaryot, kılıcını kınına sokmayacak bir öndere adanmak istiyordu.Biz elçilerin Tanrı’nın hükümranlığını, sözün gücüne yaslanarak kuracağımızdan haberi yoktu.Onun bu çaşıtlığı;hem beni iktidarları için bir tehlike olarak gören Romanın işine gelmiş, hem de benim şabat yasağını çiğnediğimi iddia edip sürekli ezberlerini bozduğuma inanan din bezirganlarının değirmenine su taşımıştı.

  Getsemani bahçesindeydim.Beni askerlere kimin ifşa edeceğini ve bugün dünyadaki son günüm olduğunu Tanrı  önceden  bildirmişti.Postal sesleri duyuyordum.Yani tutuklanmama ramak kalmıştı.Şeytan,kalbime elini sokup kurcalamasın diye Rabb’e son bir kez dua ettim. “Katilin kim?”diye   sorarsanız  Romalı askerler olmadığını söyleyebilirim.Aslında ben, her ölümlü gibi yaşam boyu ensemde nefesini hissettiğim “doğum” adlı katilin kurşunlarıyla öleceğimi biliyordum.

 Meleklerin eşliğinde Tanrı katına çıkmıştım.Demek ki,çarmıhta bir ölüm reva görülmemişti bana.Peki askerler azgın kalabalığın önünde  kiminle dalga geçiyorlardı?Kimin üzerine İbranice “Bu,Yahudiler’in kralıdır.” yazmışlardı. Çarmıhta yedi gün boyunca  bekletilen beden kime aitti?Evet,İskaryot’u ben sanıyorlardı.Gerçi o, bana yaptığı ihanetin bedelini bir incir ağacında kendisini asarak ödememiş miydi?

  Düne kadar Mesih olarak görülen ben, bugünün hainiydim.Çarmıhtaysa insanların günahlarına karşı bedenini kefaret olarak sunan bir Tanrı’ya mı dönüşmüştüm? Tanrı idiysem  eğer elim,ayağım ve kalbimdeki çivi izlerini nasıl izah edecektim? Şundan eminim ben,bendim.İsa…Muallim,Rabbi,Üstad,Mesih,Hain,Tanrı…ama İsa.Hangi İsa?

Fırat KÖKLEN

( Ayarsız Dergisinde yayınlanmıştır )

Yorumlar

  1. Çok önemli mesajlar içeren bir yazı olmuş her zamanki gibi hocam. Özellikle bazı ifadelere vuruldum. Ne kadar çok farkındalık içeriyor sayamadım, birbirinin içerisine geçmiş o kadar olay var ki... Ancak ne kadar güzel işliyorsunuz, gürül gürül gidiyor her şey. Hz.Meryem'i ve o dönemi hem kafamızda canlandırıyoruz hem de birebir yaşıyoruz sanki. Çok teşekkür ederiz. Elinize sağlık...

    YanıtlaSil
  2. Ben teşekkür ederim Enescim. Meryem'den sonra İsa, olmazsa olmazdı sanki. Bugün itibariyle ayarsıza "Sesle kırılan putlar düşer mi?" adlı yazıyı Mayıs sayısı için gönderdim.Özellikle senin gibi analitik zekası yüksek, Okuma Kültürü çok gelişmiş bir beyinden bu cümleleri işitmek beni onurlandırdı.

    YanıtlaSil
  3. Hz.isa hakkında gayet bilgilendirici bir yazı olmuş ellerine sağlık hocam

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Lütfen yorumlarınızı bizimle paylaşınız. Yorumlarınız bizler için çok değerli. Onaylama işlemi zaman alabilir. Hakaret içeren yorumlar onaylanmayacaktır.

Popüler Yayınlar