YAŞAMAK
Memleketimin o dar sokaklarında dolaşıyorum her zaman olduğu gibi. Kaldırımlar, sokak lambaları ve köşe başında öksüz kalmış hayatlar görüyorum yine… Ancak bu sefer köşeyi dönünce kasvetli, eski mi eski bir eve rastlıyorum. Allah Allah! Bu evi yeni mi yapmışlar acaba, oğul? Neden fark etmemiştim bugüne kadar? Yeni yapılsa bu kadar virane olması on yıllar sürerdi, yoksa bir virane olarak mı inşa edildi? Aslında çok da kıyıda köşede değil, kafanı biraz çevirsen sen de görebilirsin. Görebilirsin. Görmelisin oğul!
Aklımın başkentinde bir
merak ordusu bayrak çekiyor göndere! İşi gücü, yürümeyi bırakıp evi izlemeye
başlıyorum. Yokluğu varlığından daha
koruyucu olacak bir kapının önünde biri erkek biri kız, iki çocuk oturmuş
öylece bekliyorlar. Oğul, hani sana anlattığım çocukluk anılarım vardı ya onlar
geliyor birden aklıma, bir trenin vagonları gibi sıralanıyor zihnimin
raylarında. Ağır bir yük geçiyor adeta içimden… Senin gibi babalarını
bekliyorlar belki de. Saat zaten akşamüstü, birazdan gelmeli o da. Ancak, Allah seni inandırsın bir, bir buçuk
saat bekledim öylece çocuklarla birlikte, ne gelen oldu ne giden! En sonunda
içerden bir kadın çıkıp çocukları çağırdı “üşütmeyin gelin içeri” diye. O kadar
ev arasında, tek bacası tütmeyen eve girdi çocuklar, ısınmak için.
Yakıtı kömür, odun,
doğal gaz ya da ne bileyim işte buna benzer şeyler olmayan evde insanları
ısıtan şey nedir? Yaşamak için
gereken enerji, ısınmak için gerekli olana eşit midir? Ah oğul, bir enerji
denkleminde girenlerle çıkanları aynı yere nasıl yazarız, aklım almıyor! Bir
yerlerde sıfır çarpanı olmalı, ama henüz maskesini düşüremedim namussuzun!
Bizim termodinamik yine zorda anlaşılan…
Isınmak demişken, aynı
yerde öylece durmaktan bana da bir üşüme geldi, az daha turlayıp sonra gelirim
diye düşünüyorum. Adım attıkça ortaya çıkan ısı, beynimde düşüncelere
dönüşüyor. İnsan bedeni böyledir, oğul. İsraf yok, gösteriş için har vurup
harman savurmak yok. Gereken yere gereken miktarda enerji göndermek var. Bir
yeterli ise bir, farklı farklı yerlerden aynı anda iki-üç enerjiye tenezzül
edip, diğer organların kanına girmez! Eğer böyle bir mekanizma olmasaydı ne
olurdu, ha? Dur söyleyeyim, bu işin sonu bütün vücudu devirirdi. Ancak ilk
başta haksız yere enerji alanlar, kendilerini bir genişletirler, rahatlatırlar,
diğer organlardan farklı, üstün olduklarını düşünmeye başlarlar. Buna karşın
diğerleri de açlık, sefalet içinde doymak bilmeyenlerden ne artarsa onu
toplarlar. Gittikçe, elden ayaktan düşerler. En sonunda da fazla fazla alıp
şişenler, gereksiz yemekten patlayarak iflas eder; sefillikten doku kaybeden
organlar da küçülerek iş yapamaz hale gelirler. Geriye ne kaldı ki insandan
zaten!
Eşit bir şekilde değil,
adaletli bir şekilde paylaşmak yaşatır
oğul!
Sokaklar, sokaklar…
Evler geçiyor yanımdan, ah o kara sokak lambaları yine…
İnsanın bir evi olması,
güvencesidir. “Bir dikili taşım olsun dünyada.” diye düşünülür çoğunlukla.
Aslında hem maddi hem de manevi bir istektir bu da, yiğidim. Kapalı bir kutunun
içerisine sığınmak, psikolojik olarak güven verir insana. Etrafını sarıp
sarmalayan duvarlar, set olur dışarının bütün soğuğuna, sıcağına, sarhoşuna,
berduşuna… Kısacası her türlü kötülükten korur insanı. Ayrıca bir de başlangıç
noktasıdır oğul. Diğer bütün hayaller evden sonra kurulur. Dikili taş
benzetmesi de oradan gelir. Sırtını yaslayacağı bir dayanak noktasıdır ev.
Bizde araba işte tam da bu yüzden lüks oluyor oğul, sıralamaya evden sonra katılabiliyor
ancak. Duyuyorum, evet duyuyorum sesini…
Ev mi yani bütün olay, başka bir şeye gerek yok mu, diyorsun. Var yiğidim.
Baba… Öyle bir denge noktasıdır ki o, eğer gücünü ona dayanarak
oluşturamıyorsan boyun ne kadar uzun olursa olsun yeri gelir bir santimetrelik
engellere takılıp, yuvarlanırsın; ne kadar ağır olursan ol kelebekleri
havalandırmayacak bir rüzgar yerden yere vurur seni…
Kuvvet eğer bir dayanak
noktası varsa var olabilir. Klasik fizikten de aşina olduğun gibi, hareket
ederken mutlaka bir zorlukla karşılaşacak herhangi bir şey lazım kuvveti oluşturmak
için. Yoksa momentum korunumundan asla ilerleme gerçekleşmez. Örneğin,
atmosferin dışında uzayın tam ortasında kalan bir astronot, bir yerden destek
alıp kuvvet oluşturamazsa asla kıpırdayamaz yerinden. İşte hareket etmeye
dirayetli bu zorluk ne kadar büyük olursa, kuvvet de o kadar kayıpsız
oluşturulur. Ve en verimli yol da sabit bir nokta var etmektir. Peki en sabit
nokta nedir, dersek…Aslına mutlak sabit diye bir şey de yoktur oğul. Bütün
sabit noktalar, başka bir sabit nokta referans alınarak var edilir. Bu noktalar
sadece kendi uzaylarında sabittir.
Sanırım, farklı
uzaylardayız…
İşte baba olmak, ailene
böyle bir dayanak noktası olmaktır. Ancak tahmin edebileceğin gibi bunun da bir
yükü var, oğul. Hani babaların bazı garip halleri olur ya; mesela çoğunlukla
agresiftirler, akşamları bir televizyon karşısında memleket derdi dinleyip
çayla hararetlerini almak isterler, geceleri camı pencereyi açmayı ya da varsa
balkona çıkmayı tercih ederler, yaşadıkları yerin sokaklarında insanları
izleyerek yürürler ve kendi kendilerine de konuşmaya bayılırlar…Bütün bunlar
bir yük treninin ilerlerken rayları titretmesine benzer, kompleks bir
rezonanstır aslında.
Sanırım bu kadar
dolaşıp kendi kendime konuşmak yeter, deyip tekrar o harabe evin sokağına
dönüyorum. Akşam ilerlemiş, her yer karanlık. Evi göremiyorum oğul. Ulan yanlış
sokakta mıyım yoksa, diye düşünürken bir bağrışma, kavga sesi duyuyorum. Sesi
takip ettikçe beni köşe bucak aradığım eve götürüyor. Aslında oradaymış, ancak yaşam belirtisi ışıkları, bir faturanın
gözaltında tutsak, bir babanın göz altında karartı imiş… Yiğidim, sanırım
duyduğum o sesler de bir ailenin geçim koridorlarının duvarlarına çarparak
ilerleme sesleri imiş…
Daha fazla işitmeye
dayanamayıp, uzaklaşıyorum. Bayrak gönderde ama ben şehri kendi ellerimle
teslim ediyorum.
Eğer bir ailede geçim
derdi varsa, önce babanın beli bükülür, sonra annenin, sonra büyükten
başlayarak çocukların. Sıralama böyledir. Ve sıranın ilerleme yönünde, herkes
bir sonrakine daha az şey hissettirir. Yine aynı sırada herkes bir şeylerden
feragat eder. Ama oğul, o en küçük çocuğun bir çikolata istemesi var ya,
sıranın başından sonuna kaynar sular boşaltır. O çikolatanın alınamaması demek,
o gün bir şey yememekten daha aç bırakır insanı. Hatta öyle ki, o bir çikolatayı
alamayan baba onca yüke dayanırken adeta iki dizinin üstüne çöker. Duvarlarında
çatlaklar olan bir baraja ufak bir delik açtığında, olanca suyun setleri
yıkarak her şeyi yutması gibi nefessiz bırakır…
Eğer bir ailede geçim
derdi varsa, kavga sesleri duyman çok normal olur oğul. Yine aynı sırayla
herkes bir sonrakine bağırır, çağırır, ortalığı dağıtır. Hatta bunlar günlük
hayatın bir parçası olur adeta. Aile içi şiddete bile dönüşebilir…Ama bunu “ Ya
benimsin, ya kara toprağınsın” şiddetiyle karıştırma. Burada aslında herkes kavga
ettiği kişiyi daha iyi bir şekilde yaşatmak
istiyordur. Bu ayrımı yaptım ama bana “ Peki geçim derdinden bütün ailesini
öldüren sonra kendi kafasına sıkan babalar yok mu?” diyeceksin. Ah oğul, şiddet
hiçbir zaman iyi değildir ve bir aileye girdiği zaman onun ana arterlerini
tıkayarak krizlere uğratır. Benimkisi bir ‘neden’ ayrımı idi. Şiddet geri
kafalılık, zihinsel problem gibi şeylerin bir sonucu olduğu gibi geçim derdinin de bir sonucu olabiliyor.
Yani anlayacağın, geleneksel yaşam da modern yaşam da masum değil bu konuda!
İntihar etmek üzere
olan bir babanın son isteği midir yaşamak
?
Oğul, asıl olan nedir
biliyor musun? Kendini mümkün olan en sağlam materyal ile yetiştireceksin ki
hayat karşına hangi zorlukla çıkarsa çıksın, ona karşı set olabilesin. Peki
bizi sarıp, koruyacak olan kevlarımız nedir, diye sorarsan yaşamak derim oğul… Bir dayanak noktasından destek alıp
yaşayacaksın. İçinde bulunduğumuz hayatta, herkesin dayanak noktası olan bir babası
yok, öyleyse nasıl yaşamak mümkün
olur? Sanırım Newton fiziğine tekrar dönmemiz gerekiyor. Destek olmadan kuvvet
oluşmaz demiştim değil mi? Aslında bir yol daha var yiğidim: iç enerjisi…
Fiziği aldattığımızı düşünme, eğer mesele ilerlemekse ve kendine zarar
vermekten korkmuyorsan hareket mümkün. Kütle ve atom kaybetmek uğruna, birim
zamanda yol alabilirsin, yine momentumu koruyarak.
Sen kendini sağlam
yetiştirdikten sonra, yaşamaya
başlayacaksın. Öğreneceksin hayatı. Yan kesicileri, iyi insanları, hırsızları,
sapıkları, büyük adamları tanıyacaksın. Adaletli olmayı, haklıya hakkını teslim
etmeyi ilke edineceksin. Para denilen kağıt parçasının esiri değil, hükümdarı
olacaksın, gerektiğinde gereken yere gerekli miktarda vermekten tereddüt
etmeyeceksin. Sen bunları yaptığında, aslında değişim dünyanda başlamış olacak
ve Dünyayı değiştirmeye başlayacaksın. Geçim
derdi ‘nin arkasındaki neden olan adaletsizliğin
okunu yayıyla birlikte kırıp geri dönüşüme atacaksın. Bu dünya gibi kaç
tane daha dünyayı doyurabilecek yiyeceği veren Tanrı’nın ipine sımsıkı sarılıp,
insanların sorumluluğunu ona fatura etmeyeceksin…
Ve oğul son birkaç
isteğim var: memleket derdi dinlemekten
ve çay içmekten asla vazgeçme. Pencereyi de kapat, üşüteceksin…
Enes COŞGUN
"Baba ve oğul" keşke yaşanan dramatik sahneler hep filmlerde olsa ve kalsa!
YanıtlaSilSenin bizi kendine mübtela kılan üslubun karşısında ne kadar gurur duysam azdır Enesim. Emeğine sağlık evladım...
Çok teşekkür ederim hocam. Mümkün olan en gerçeği yaşamak için gönderildiğimizin farkındayız, mutlak gerçeğimize ulaşmayı arzularız...
SilTebrik ederim Enescim, döktürmüşsün yine. Kalemin surları, kaleleri yıkacak cinsten. O zaman yazmaya devam...
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim hocam. Örneklerim sizin gibi öğretmenlerim, ilham kaynağım hayat olduktan sonra yazmaya devam...
Sil