ZİNDANINDAKİ İNSAN

         


                                                                       

    Sırtım, benden başka her şeyin tıka basa doldurulduğu bir yüke hamallık yapıyor. Göbek kordonum kesildiğinden beri; beni bir çakıl taşı gibi önüne katıp sürükleyen toplum ve tabiat yasalarına, bitmek tükenmek bilmeyen arzulara bilinç zinciriyle bağlanmışım. Birinin zindanından azat olsam bir diğeri ellerimi kelepçeliyor. Onlarla yemek yiyor, onlarla yürüyor ve onlarla uyuyorum. Hatta rüyalarımda bile sahneyi onlara bırakıyorum. Beni diğer insanlardan ayıran tek şey, bedenimdeki zincirlerin niceliği olsa gerek.  Aklî melekem olmasaydı evde iki kişiyi yönetemeyen ben “mutlak özgür” olup evreni tek başıma idare edebilirdim. 

   Daha yolun başında kan ter içerisindeyim. Oysa sağlıklı düşünebilmem için durup soluklanmam gerekiyor. Tolstoy’un,  “İnsanı yaşatan yegâne şey sevgidir” dediğini anımsıyorum. Bazı düşünürler ise “Vahşi doğayı taklit etmesi gereken insan, hayatta kalabilmek için hareket eden her şeyin canına kastetmelidir .” görüşüne sığınıyorlar. Ancak bu canlıyı tek bir boyutun içerisine hapsetmek, sanki okyanusun karanlık sularında yaşayan bir balığa “Bundan böyle şu gördüğün cam fanusta ömür süreceksin!” demektir. Böyle bir tanım insan adına bir cebirdir.

 Sorular, âdeta Vahşi ’nin elinde mızrak olmuş beyin kıvrımlarıma saplanıyor, kışkırtıyor beni. Yetmezmiş gibi kanlı elleriyle beynimi söküp dişlerini geçiriyor. Ancak alacağım cevaplar, mızrağı saplandığı yerden çıkarıp beni sağaltabilir. “Kimim ben?” Gezegene nereden düştüm? Burası benim öz vatanım mıdır, yoksa gurbetim mi? İlk olarak mahiyetimle mi, yoksa varlığımla mı gün yüzüne çıktım? Mahiyetimi Tanrı mı, tabiat mı, yoksa bizzat kendim mi inşa ediyorum? Benim özüm nedir? Kendimden bahsettiğimde mâlum bir varlığı mı, yoksa gizemli bir meçhûlü mü kastediyorum?  Peki,  nasıl ve niçin yaşadığımın farkında mıyım? Biri kulağıma “Beşer!” diye seslense ona alnımı dönüp bakar mıyım, yoksa bunu bir hakaret mi algılarım? Bilemiyorum, belki tamamlanmış bir canlıyım, belki de “Tekâmül” denilen ebedi maratonun yaramaz koşucusu.

   Tanrı, “Kendi suretimizde, kendimize benzer insan yaratalım.” dedi. “Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun.” (Yaratılış 1-2) Yaratıcı, balçıkla kendi ruhundan mezcetmiş beni. Vücudum için en aşağılık hammaddeyi seçmesi tesadüf mü sizce? Belki bana “Bedenine yaslandığında çökelir, ruhuna yaslandığında ise yücelirsin.” demek istemiştir. Zira çoğu zaman bedenimin zindanından ruhumun penceresine pis kokulu çamurlar sıçrıyor.

   Vücudumu gün yüzüne çıkaran Tanrı, özüme karışmadı. Eli kanlı bir katil mi, yoksa ince ruhlu bir şair mi olacağıma ben karar verdim. İşte, bazı günler yazdığım öykülerin, bazı günler de ettiğim küfürlerin toplamı olmam bu yüzdendir…

  Dünya sürgününde birçok varlığa isim babası olmak,  ele avuca sığmayan doru atları dize getirmek gururumu okşamadı değil. Gürül gürül akan bir şelalenin altında saçlarımı az ıslatmadım. Bir söğüt ağacının gölgesinde soluklanmanın verdiği hazzı hiçbir şeyden alamadım. Bunlara rağmen ruhum, üç beş eğreti eşyasını hasat mevsiminden sonra alelacele toparlayıp göçen mevsimlik bir işçiye aitti sanki.

  Adımı sürekli karıştırıyorlar. “ Beşer”le “insan” arasında mekik dokumak örseliyor beni. “Amma abarttın!” diyebilirsiniz; ancak inanın ki, iki kelime arasında yeryüzüyle gökyüzü kadar mesafe var. “Beşer”i bu gezegende bedenen bulunan “suret-i insan” ya da “ hominid” diye tanımlayabilirim. “İnsan” ise var olmanın yanında daima olmak yolunun yolcusudur.

   Kendi geçmişimi anımsıyorum da beşerken ne bir ruh, ne de bir vicdan barındırıyordum. Bir vaşak gibi önüne gelene saldıran ölüm makinesine dönüşmüştüm. 21.yüzyılda, sekiz milyar insanın yaşadığı bu dünyada insan kıtlığı çekmemizin sebebi ne sizce?  Demek ki; kalelerimiz, surlarımız “beşer” denilen avuç içi ve alnında kıl olmayan bu iki ayaklı hayvan tarafından kuşatılıp yağmalanmış. Bu hayvan,  ütopyaların sözünden ziyade distopyaların gücünü ellerinde tutup sokak aralarında, meydanlarda mutlak özgürlük için kol gezdiriyor. İnsanların geleceklerine tecavüz ediyor. Bir tuş ya da bir kalemin darbesiyle onların geçmişlerini ringe seriyor. Kurduğu pazarda ekmek çok pahalı, keza zeytin! Tezgâhlarda emekten ve insan etinden daha ucuz bir şey satılmıyor. Çığırtkan, mahşerî kalabalıkta “Bir alana bir bedava.” diye ünlüyor.   Geyik etiyle beslenen leopar, yaşamak için öldürmeye ihtiyaç duyarken, sûret-i insana ne oluyor? İşte belki de tam bu yüzden hem bireysel olarak hem de grup halinde türdeşini avlamak için safariye çıkıyor. Sorarım size, şimdiye dek hangimizin menüsünü insan eti süsledi? Hani öldürmek; savaş, meşru müdafaa gibi zorunluluklar dışında tedavisi mümkün olmayan bir hastalıktı? Bu sahneleri ne zaman hatırlasam, halet-i ruhiyem; kucağında İsa, ürkek bakışlarla yaşadığı toplumun içerisine yürüyen Meryem’in kimliğine bürünüp “…keşke daha önce ölseydim, keşke unutulup gitseydim!”(Meryem-23) diye haykırmak istiyor.

  Yıllarca rahim duvarına göbek kordonumla tutunduğum “Tabiat ” adlı anamı hiç unutmadım.  Gözlerimi ellerimle ovuşturup kundağında uyanıvermiştim. Beni, gür saçlarına bağlı yeşilin tonlarındaki bir kurdeleyle karşılamıştı. İçi süt dolu kocaman memelerini tüm anaçlığıyla ağzıma dayamıştı. Obur bir bebek olduğumu anladığında ise bağrından çıkardığı yaban eriği, Frenk üzümü… gibi yemişlerle karnımı tıka basa doyurmuştu. Keskin dişli, yırtıcı pençeli hayvanlar; şimşek, yıldırım… gibi unsurlardan korkup yanına her sığındığımda başımı O’nun göğsüne yaslamak güven vermişti bana. Şefkatli elleriyle saatlerce saçlarımı taramıştı. O zaman kendimi varlığın bir parçası gibi hissetmiştim. Onun ayağına diken batsa benim canım acımıştı. Zamanla tabiat ananın kucağı, arkadaşlarımla avladığımız geyikleri, tavşanları… bir ateşin etrafında bağdaş kurup birlikte yediğimiz büyükçe bir sofraya dönüşmüştü.  Kolektif bir şuurduk. Biriktirmek gibi bir ülkümüz yoktu. En deliksiz, en huzurlu uykulara onun dizlerinde yattığım günleri ise buruk bir özlemle anımsarım. Ah!.. Kendisini terk ettiğimde aslında kendime sırt çevirdiğimi nereden bilebilirdim ki! Tabi, orada her günümün güllük gülistanlık geçtiğini düşünmeyin. Yıllar yıllar sonra bir sabah esneyerek gökyüzüne bakmış, gökte süzülen bir kartal görünce yerçekimine diş bilemiştim. Çünkü ben böyle bir donanıma sahip değildim.  Tabiat, kapıma bir zindan olarak dayanmıştı. Bu zindandan özgürlüğe kaçışım teknik bilgi sayesinde oldu. Örneğin bir gün mitolojideki İkarus’a dönüştüm. Balmumundan kanatlar yapıp güneşe yaklaşana dek gökte süzülmenin hazzını tattım.

Sonra toprağı yurt edindim. Nice siteler, kentler inşa ettim. Yolda düşürdüğüm dizginler, şeytanın eline geçmişti. Yeryüzünü adımlayıp kolektif şuurun kökünü kuruttum. “Egoizm” adlı fidanın köklerine soluklanmadan su taşıdım. Günü kurtarmak kesmiyordu beni. Sonraki aylar, yıllar, on yıllar için biriktirmeyi bir ülküye dönüştürdüm. Şeytan beni nereye çekiyorsa ben oraya sürükleniyordum. Durmaksızın kulağıma  “para, hırs, makam” diye üç tılsım fısıldıyordu. Bu arzular nefsimi kamçıladıkça ben yavaş yavaş tükeniyordum. Sahip olduğumu zannettiğim birçok şeye ait olmuştum. Bu zindandan terk-i dünya ile değil, keşf-i dünya ile kurtulacağıma dair cümleler işittim.

  Ben, yerlerin ve        göklerin göze alamadığı emaneti yüklenmeye cesaret etmiştim. Bu, benim “bilen” olmamdan kaynaklanıyordu. Aramızda kalsın, benim bildiğim şeyler meleklerin hayallerini bile süsleyemezdi. Bir koyun, bir kayın ağacı kendi varlığından bile haberdar değilken; ben, nesneler dünyasının yanında, benliğimin de farkındaydım. Herhalde kendimi,  “Bildiğim kadar insanım. ”diye tanımlasam yanlış olmazdı. Ancak bilmek, çoğu zaman türüm adına parmaklıklarında özgürlük aranan bir zindana dönüşebiliyordu. Sanki öğrendiğim her yeni şey, beni tahta bacaklı bir ata eviriyordu.  Oysa cahil kalsaydım fütursuzca giriştiğim hiçbir tartışmayı başı önünde terk etmez, bütün cephelerin muzaffer bir komutanı olurdum. Her neyse o, büyük ikramiyeydi ve ben onu cehaletin yüzüne kapıyı kapattığım gün kaybetmiştim. Şimdi ne yaptığımı sorarsanız? Tahta ayaklarla amorti kovalıyorum.

  Biyologlar beni “Düşünen hayvan” diye tanımlamışlardı. “Tekâmül” denilen maratonun son halkasıydım. İndirgemeci bir betimleme olsa bile kısmen doğruydu. Çünkü göğüs kafesimin solunda çevresine kir ve kin pompalayan “kalp” denilen bir çöp kutusuna sahiptim. Bu zindandan özgürlüğe kaçmanın bu organı yüreğe dönüştürmekten geçtiğini anlamaksa bir hayli zamanımı almıştı.

Bazı düşünürler de “konuşan hayvan ” demişlerdi bana. Ortaçağın o karanlık sahnesinde hiç rol alamadım. Çünkü Katolik keşişlerin gücü sözün gücünden daha etkiliydi.  Engizisyonun soğuk zindanlarından beni Rönesans kaçırmıştı.

  Bana “İsyan eden hayvan ”diye seslenenler bile olmuştu. Öyle ya! Patrona karşı grev yapan, iş yavaşlatan ne bir tavuğa ne de bir elma ağacına rastlamıştım. Onlar kendi mertebelerinin eşiğine bile çıkamadıklarından kendi alınyazılarından sorumlu değillerdi. Bense bu belirlenimcilik zincirinden başkaldırıp isyan ederek kurtuldum. Artık kendi alınyazımın aktif bir öznesiyim.

   Bir genç, bana  “Bekleyen hayvan!” diye seslenmişti. Hiç gocunmadım. Çünkü var olanla yetinmek fıtratımda yoktu. İdealist bir canlı olmak bunu gerektirirdi. Davud ve oğlu Süleyman soyundan bir mehdi beklemem de bu yüzden değil miydi? Bu zindandan özgürlüğe adım atışım  “Gelen gideni aratır” cümlesini gardiyanın cebinden aşırmamla gerçekleşmişti.

   Ben kendisine bile muhalif olan bir canlıyım. “Böyle Buyurdu Zerdüşt” adlı kült eserimi okumuşsunuzdur. Adım “Nietzsche” Aynı zamanda ben bir dehayım. Düşünce sistemimin merkezinde “Merhamet acziyettir.” cümlesi yer alır. Bir gün bir arabacının atını hunharca kırbaçladığına şahit olmuş, zavallı hayvanın yürek dağlayan kişnemeleriyle sarsılmıştım. Yazı üzerindeki meta ile gerçekliğin yaşattığı fırtına arasında sıkışmış, merhamet kıvılcımını acziyet yangınına çevirmeden yaşamın yüceliğini göremeyeceğimi işte tam da o gün anlamıştım. Öyle ki tüm hayatımı altüst eden bu olay bana beni hapsettiğim o diyalektik parmaklıklardan, suskunluğun elini uzatarak özgürlüğümü bahşetti.

  “Alet kullanan hayvan  ” diye az çağırmadılar beni.  Çekiç, tornavida, iş makinası… gibi birçok aleti kendi ellerimle amaca dönüştürdüm. Patron :“Sen düğmeye bas gerisi bende!” tavrını rehber edinmişti. Bense yıllar boyu o düğmeye neden bastığımın ayırdında olamadım. Otomatlaşan bedenim, makinenin parçası olmuştu. Bir organizma olan ben, bu zindandan ancak özüme kaçarak kurtulabilirdim.

  Tanrı’yı uzun namlulu bir silahla öldürüp üzerine toprak attığım gün, hiç aklımdan çıkmadı. Çok yıllar sonra kontrolüm altında zannettiğim birçok nesnenin kurşunlarıyla öldürüleceğimi nereden bilebilirdim ki! Bu kez nesnenin “insan” adlı zindandan kurtuluşuna şahitlik etmiştim.

  “Kanaatleriniz umurumda değil!” diyerek toplumun ortasına girmeye az çalışmadım. Toplumsa beni görmezden geldi. Eline aldığı törpü ve keserle benim farklılıklarımı, fazlalıklarımı yontup beni potasında eritti. Bu zindanın tel örgülerini ancak birey olduğumda aştım.

  

  Bununla birlikte yüklerimi en yakın depoya boşaltıp zincirlerimi kırdığım an, kucağımda kendimden epeyce kalacağını ümit ediyorum. Böylece boynuma sımsıkı sarılabileceğim. Bu uğurda hem bir yolumun olması hem de yolda olmak, yani olgunlaşmak fikri beni heyecanlandırıyor. Bu yolda düşeceğim ama kıyam ettiğim yer, ayağımın kaydığı yer olacak. Belki bu yol, ölüm raporuma nedenim olarak yazılacak. “ Nasıl bilirdiniz?”  sorusunun muhatapları, kaş çatıp ardımdan  “Yoldan çıkmıştı.” diyecekler. Bense “ İnsan olmak, yoldan çıkmaktır.” diye gülümseyeceğim… 

 (Ayarsız Dergisinde yayınlanmıştır.)


Fırat KÖKLEN

Yorumlar

  1. Enes COŞGUN21 Mart 2021 18:19

    " 'İnsan' ise var olmanın yanında daima olmak yolunun yolcusudur. "
    Daima olmak, beden bütünlüğünü korumanın yanında zihinlere de demir atabilme yolundan geçer zannediyorum, hocam. Yazıyı okuduğum anda beynime demir kancalarla takılan o kadar çok şey oldu ki, zindanımdaki ben, artık birkaç kilo demiri de yanından ayıramıyor. Ancak bu ağırlık beni öylesine hafifletti ki artık eşit kollu teraziyi de sırtlanabilirim. Demek ki, sorgulamak-üzerine düşünmek fıtratımıza uygun yapıldığında benliğimiz, bizi oluşturan parçaların arasına motor yağı oluyor adeta.
    Elinize, yüreğinize sağlık hocam. Dikey yükseliş ağırlıktan kurtularak olur ancak biz senelerce ateşleyici ve gaz tüpünü yük olarak bildik, orada duran kum torbalarını baş köşeye oturttuk ve bir cm kıpırdayamadık. Doğru parçaya doğru zamanda sahip olmak ümidiyle...

    YanıtlaSil
  2. Estağfurullah Enescim, senin zindan tanımın da efsane olmuş.

    YanıtlaSil
  3. Müthiş analizler var yine karşımızda Fırat hocam. Birbirini uzaktan selamlayan zindandaki ben ile kendimdeki ben sadece selamla yetinmeyip kucaklaştı. Ve zindandaki beni kurtarıp, bendeki benliğe esir ettin hocam.

    Enescim sen de bir efsane gibiydin. Var olasın...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Enes Coşgun22 Mart 2021 02:02

      Teşekkür ederim hocam. Fırat Hocam, zihinlerimizi açıyor gerçekten...

      Sil
  4. Çok teşekkür ederim abi. Güzellik bakan gözdedir.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Lütfen yorumlarınızı bizimle paylaşınız. Yorumlarınız bizler için çok değerli. Onaylama işlemi zaman alabilir. Hakaret içeren yorumlar onaylanmayacaktır.

Popüler Yayınlar