MİLENYUM ÇOCUĞU
Sevgili Z kuşağı evlatlarım!
Şimdiye kadar anlattıklarımda sizin ilk
nesliniz, henüz birbirleriyle tanışmamış veya tanışmış olsalar da evlenip yuva
kurmamış olan ebeveynlerinizin yediği gıdalarda protein idi. Şimdiden sonra
anlatacaklarımda ise artık milenyum çağı diye ballandıra ballandıra anlatılan
çağa siz Z kuşağının ilk neslini, dünyaya getirmek üzere kurulmuş evliliklerde
yumurta ve sperm nüvelerinde idi.
Haliyle teknoloji ve bilimsel gelişmeler
baş döndürücü bir hızla ilerliyor, neredeyse geçmiş yüzyılın yarısında veya
tamamında insanlığın hizmetine sunulan ürün ve veriler aylık, haftalık hatta
günlük periyotlarla karşımıza çıkıyordu. Biz o çağa göçebe olarak taşınırken,
siz o çağın içine doğuyordunuz. Bizler yapılan köprü, tünel, otoyol, hastane vs
gibi hizmetleri çok büyük yatırım(!) olarak görebiliyorken; sizler hem onları doğal bir süreç olarak görmekte, hem de onlara harcanan paraların kaynağını ve
yapılan ihalelerdeki kayırmacılıkları sorgulamaktaydınız! Bu yöntemlerle
devletin uğratıldığı zararları görebilmekteydiniz. Hasta, yolcu ve araç geçiş
garantili yapılan hizmetlerin(!) döviz üzerinden ve 25-30 yıllık hazine
borçlandırılmaları ile yapıldığını bilmekteydiniz. “Her üniversite mezununa iş
bulmamızı beklemek, hele ki kamuda iş bulmalarını sağlamak, safdillik olur!”
söylemlerinin arkasına sığınanların güya özel sektör ve hür teşebbüs olarak
lanse edilen yandaş müteahhitlere nasıl devlet görevlisi gibi milyonlarla ve
dövize endeksli, bir nevi maaş bağladıklarını çok iyi görmekteydiniz! Sizlere
‘Ellere var da, bize yok mu?’ türküsü çaldıranları biz bilemiyor ama siz çok iyi
tahlil ediyordunuz. Ayrıca kamu ihalelerinde ortaya çıkan hukuksuzlukların
çözüme kavuşturulmasında yabancı mahkemelerin yetkili mercii olduğundan
haberdardınız.
İşte bunun 28 Şubat sürecinde çıkartılan
“Uluslararası tahkim yasası”ndan kazanılmış bir hak(!) olduğunu da ben sizlere
bildirmeliyim.
Cebimizden beş kuruş para çıkmadan
yapıldı, diye lanse edilen o yatırımların(!) bal gibi vatandaşın vergileriyle
borçlanarak yapıldığını biliyor ve haliyle istihdam getirisi olmadığı için
gelecekten kaygı duymaktaydınız. O kaygılarda ne denli haklı olduğunuzu bizlere
anlatmakta güçlük çektiğiniz için evlerde kuşak çatışmasının dibine
dalmaktaydınız!
O dönemde, Refah Partisi yerine kurulacak partinin Fazilet Partisi olacağını Milli Görüş camiası içinden birkaç genç çok iyi bildikleri için önceden partinin adını kendi üzerlerine tescillemişlerdi bile!
Gençlerin hızına erişmek mümkün değildi ve bunu ülkede yaşlı kesime yaşatarak
öğretmekteydiniz. Milli görüş doktrininde yer alan sözcüklerden hareketle Nizam,
Selamet, Refah sözcüklerinden sonra sıranın Fazilet’te olduğunu tahmin
eden gençler; camia içinden oldukları için çok büyük bir probleme neden olmadan,
muhtemelen hatırı sayılır bir eğitim harçlığı ile partinin adını yetkililere
devretmişti. Elbette FP de kapatılırsa sıradaki parti de belli idi ve adı da Saadet olacaktı. Çünkü Milli görüş
doktrininde artık sadece o kelime kalmıştı! Benzer sorunu yaşamamak için onun
da tescilini parti kurmayları almıştı!
Beklenen oldu ve FP de kapatıldı. Yerine
halen bugün de siyasi arenada aktif faaliyet yürüten Saadet Partisi kuruldu.
Merve
Kavakçı’nın
tekrar meclise girip yemin ederek milletvekili statüsü kazanması için gayretler
ortaya konulsa da; “Pazara kadar değil,
mezara kadar Refah Partiliyim!” diye Milli Görüşe transfer olmuş Aydın Menderes üzerinden o çabalar boşa
çıkarıldı ve Merve Kavakçı yemin edemedi. İki küçük çocuğuyla yaşadığı evine
sabaha karşı yapılan polis operasyonu ile derdest edildi! Çünkü hakim güç “Bu
kadına haddinin bildirilmesini ve ajan provokatör olduğunu!” dillendirmişti
bir kez… Hey hat ki, o kadın bugün büyükelçi ve kızları siyasi danışman!..
Aydın
Menderes
hakkında biraz bilgi vermek istiyorum. Siyasi vicdanın en ağır yarası olarak
tarihe geçmiş ve idam edilmiş tek başbakanımız olan Adnan Menderes’in oğludur. FP döneminde partinin Antalya kampına
giderken geçirdiği trafik kazası sonucunda vücudu felç olmuş ve ölene kadar
tekerlekli sandalyeye mahkum bir hayat sürmüştür. Hem kendi rahatsızlığından, hem
de idam edilmiş bir siyasi babanın evladı olmasından kaynaklı çekinceli ve
güçten yılan bir siyasi hayatı olduğu için FP üzerindeki Askeri operasyonlar, rahatlıkla onun üzerinden yürütülmüştür. Refah Partisi’ne katılırken
her ne kadar ‘mezara kadar’ demiş olsa da, ondan sonra kurulmuş olan FP’de
genel başkan yardımcısı iken parti üzerindeki operasyonları gerçekleştirdikten
sonra FP’den istifa etmiştir. Ve sonra hangi pazarlarda siyasi tezgah açmışsa,
varın onu da siz araştırın derim…
18 Nisan 1999 seçimleri sonucunda
meclisteki partileri ve oy dağılımlarını daha önce vermiştim. Apo üzerinden siyaset
yaparak seçimlere giren DSP ve MHP yanlarına ANAP’ı da alarak üçlü koalisyonla
iktidarda idi. Daha önce onu da bildirmiştim…
Şimdi de Abdullah Öcalan’ın yargılama
sürecine ve sonrasında yaşananlara değinmek istiyorum.
31 Mayıs 1999’da yargılaması başlayan
bölücü terör örgütü elebaşı Abdullah
Öcalan, 29 Haziran’da kararın açıklanmasıyla idam cezasına çarptırıldı. Mahkemenin
başlangıcındaki yaşanan ilk heyecanda; hemen hemen halkın büyük çoğunluğu
anında kalem kırılır ve hüküm verilir diye bekliyordu! Ama öyle olmadı. Süreç
uzadıkça insanlarda ‘acaba!’ şüpheleri ile “Hafif cezalar verilip sıyrılacak mı yoksa?”
endişeleri hafızalarda yer edinmişti. TV’lere hukukçular çıkarılıp halkın
tansiyonu düşürülmeye çalışılıyordu. Kararın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden dönmemesi
için kılı kırk yararak yargılama yapılıyor, değerlendirilmelerine tanık
oluyorduk! Neyse ki, yargılama heyetinin başkanı Turgut Okyay, bir aylık bir yargılama sonucunda kalemi kırmış ve
idam kararını açıklamıştı. Yargı bağımsızdı ve kararını vermişti!
Bundan sonra iş artık yasamaya kalmıştı
ve yük onların omuzlarında idi! “Devletimin emrindeyim, ne vazife verirse
yapmaya hazırım!” diyen Apo, idam edilecek miydi? Tabi ki bu soruyu
sormak, abesle iştigal gibi gelebilir size… Çünkü bugün bile hayatta olduğuna
göre saçma bulabilirsiniz! Ama kazın ayağı öyle değil! Çünkü henüz o dönemde
yasalarımızda idam kararının uygulanması vardı fakat idam cezası yasalarımızdan çıkarılacak ve
karar infaz edilmeyecekti!
İdam kararı kaldırılmış olsa bile “Yasalar geriye doğru uygulanamaz, ileriye
yöneliktir.” hukuk kaidesi gereği, kararın infazı gerçekleştirilebileceği gibi
TBMM’nin kararı ile Abdullah Öcalan’ın idam edilmesi yine mümkündü! Ürkeklere
değil erkeklere oy verin, diye seçim stratejisi uygulayan MHP eğer mecliste görüşülecek ve oylanacak yasaların hazır
edilmesi sürecinde kurulan Meclis
komisyonlarına üye verseydi ve infazın Meclis’te oylanmasına zemin
hazırlamamış olsaydı, o günlerde karar uygulanır ve Apo idam edilirdi! Fakat
Bahçeli’nin MHP’si öyle karar almadı. Komisyonlara katılıp reddetmek yerine,
komisyonlara katılmayarak kararın Meclis’e intikal ettirilmesini sağlamış oldu!
Zaten meclis aritmetiğinden idamın onay almayacağı belli idi. Böylece Rahmetli Uğur Mumcu’nun MİT-PKK bağlantılarını çözdüğü gerçek, eski dildeki ‘şuyuu,
vukuundan beter’ deyimi gereğince gün yüzüne çıkmış oldu.
Yakın dönemlerde meydanlarda Öcalan
mektuplarının okutulması, konjonktür gereği TRT’de açıklamalarının
yayınlattırılması hiç anormal gelmesin size yavrucuklarım…
Bu vebal, MHP’nin karşısına çıkacaktı
ama onlar da “Biz Meclis’teki oylamada Öcalan’ın
idamına evet verdik.” diye şark kurnazlığına
sarılacaklardı!
Yani siyasette hiç boşa zar atılmıyor,
ne hikmetse hakim güçlerin istediği ‘dü şeş’ hep geliyordu…
Siyasi partilerde, özellikle sağ
partilerde, parti içi demokrasi işlemediği için Genel Başkanlar ya ölene kadar
koltukta kalıyor ya da kendi isteğiyle ayrıldığında ancak yerine bir başkası
geçebiliyordu! Çünkü genel başkan seçimlerinin yapıldığı genel kongrelerde oy
kullanacak delegeleri il başkanları aracılığıyla bizzat genel başkan seçmiş
oluyordu. Kongrelerde genel başkan adayı olarak başkaları çıksa bile delegeler
doğal olarak mevcut genel başkana oy veriyor ve yeniden onu seçiyorlardı.
Kısacası çok komik ve evcilik oyunu tarzında
bir demokrasicilik oynanıyor ve adına demokrasi deniyordu! Bu durum halen
geçerliliğini sürdürmektedir. Ülke gelişmesinin ve kalkınmasının önüne çıkan ‘ahbap-çavuş
ilişkisi’nin temelde nerelere dayandığını görmenizi istiyorum…
O dönemde FP içerisinde baş gösteren “Gelenekçiler
ve Yenilikçiler” ayrımı partinin genel kongresine de yansımıştı.
Yasaklı olan milli görüş lideri yerine, Recai
Kutan FP’nin genel başkanı idi. Kutan
ve arkadaşları Erbakan’ın yasağının bitmesini bekleyen emanetçiler olarak gelenekçi
kanadı oluşturuyordu. Abdullah
Gül, Abdüllatif Şener, Bülent Arınç ise R. Tayyip Erdoğan’ın emanetçileri
olacak yenilikçi kanadı oluşturmakta idi. Çünkü Erdoğan da 6 Aralık
1997’de Siirt’te okumuş olduğu bir şiir yüzünden yargılanmış, 4 ay 10 gün
cezaevinde kalmış ve siyasi yasaklı konumuna düşürülmüştü!
Neticede FP kongresinde kendisinin seçtiği delegelerin oylarıyla ve ezici çoğunlukla yeniden genel başkan seçilmesine kesin gözüyle bakılan Recai Kutan, kıl payı farkla karşısındaki aday olan Abdullah Gül’e karşı genel başkanlığını koruyabilmişti! Tabi ki bu duruma korumak denirse…
Moraller alt üst olmuştu ve artık Milli görüş kendi içinde gömlekli, gömleksiz tartışmaları geçirecek bir yol ayrımına girecekti!
Recai Kutan’ın kazanmasında, o zamanlar
FP İstanbul İl Başkanı olan Numan
Kurtulmuş ve onun oluşturduğu İstanbul
delegelerinin payı çok büyüktü. Onlar kazandırmıştı. Sonrasında Saadet Partisi’nin de başına geçecek
olan Numan Kurtulmuş, kendi tabanından bir kesimin vefasızlığına uğrayacak ve
bir operasyonla partiden koparılacaktı. Kurtulmuş, “kurtuldu mu, kurtulamadı mı?”
siyasi polemikleri arasında, kısa süreliğine siyasi arenada varlık gösterecek
olan Has Parti’yi kuracak ve o
şekilde siyasete devam edecekti. Ardından kendi partisini de kapatarak Ak Parti
ile birlikte siyaset yapmaya karar verecekti. Zaten halen kendisini bir siyasi
aktör olarak zaman zaman görebilmektesiniz…
Meclisteki tüm partiler yıpranmış ve
halkın gözünde itibar kaybetmişti. O dönemde bütün gözler BBP ve Muhsin Yazıcıoğlu’na
çevrilmişti. Ve “Artık tamam, sıra Muhsin Başkanda!” söylentileri almış başını
gidiyordu. Çünkü kendisi önüne çıkarılan her engeli demokratik teamüllerle
aşıyor, her kumpastan alnının akıyla çıkıyordu! O da 8 Ekim 2000’de partisinin
büyük kurultayını yapmıştı. Tarihi anlara tanıklık yapan kurultayda yurt
dışından ve yurt içinden ilgi ve alaka, o zamana kadar hiç görülmemiş boyutta
idi. Üst düzey temsilci ve katılımcılar aslında hiç kimseyi de hayrete
düşürmemişti. Çünkü “Bir tek O kaldı”
mottoları, Yazıcıoğlu’nun kendisine
duyulan güven iklimiyle birlikte müthiş bir coşku oluşturmuştu. Ayrıca milliyetçi
camiada çoğunlukla o zamana kadar hep önüne konulan “Alparslan Türkeş’e ihanet etti!”
suçlamaları da artık eskisi kadar karşılık bulmamaya başlamıştı.
(Ozan
Arif dahi ölmeden önce “İyi ki kendisiyle helalleşme imkanı bulmuştum, yoksa
gözüm açık giderdi!” beyanatlarını da verecekti!)
Kongre sonrasında bütün gazeteler; “BBP rüzgarı. Bu defa BBP. BBP beklenen sıçramayı
yaptı. BBP barajları yıktı!” şeklinde
sürmanşetler atmıştı!
Gel gelelim halkımız, kısa süre sonra
yine önüne sürülen boyalı cilalı bir otobüse bindirilecekti!
Milenyum çağında doğan Z Kuşağı çocuklar
gibi milenyum partileri de gündemde yerini alacaktı. Ser verip sır vermeyen Tayyip Erdoğan ekibi, telif problemi
yaşamamak için parti adı ve amblemi çalışmalarını gayet titizlikle
yürütmekteydiler. Fakat ofisleri, uluslararası heyetlerin açıkça görüşmeler
yaptığı merkeze dönmüştü. Zaten henüz FP’deyken dahi kimse Erbakan ve ekibinden
olan Kutan’la görüşmüyor, Erdoğan ve Gül ile görüşüyordu. Milli görüşten yeni
doğacak parti, şartlar olgunlaştırılarak normal doğmuş bir parti gibi gözükse
de; siyasete kafa yoran kimseler tarafından sezaryenle doğurtulmuş bir parti
olarak görülmekteydi.
Her darbenin ardından Türk siyasi hayatını
ABD’nin dizayn ettiği gerçeği, bugünden bakınca daha iyi görülmektedir ki; 28
Şubat post modern askeri darbesi de, siyasal islamın iktidarı için yapılmış bir
balans ayarıymış, tezini doğrular mahiyetteydi!
Hayati Yaman
Elinize, düşüncelerinize sağlık hocam.
YanıtlaSilZ kuşağı olmak bir şans mı yoksa talihsizlik mi diye, kendi kendime sorguladığım şu günlerde; dışardan bir göz ile aynadan bakma fırsatım oldu, çok teşekkür ederim.
Bahsettikleriniz içinde en dikkatimi çeken konu, görevi demokrasiyi uygulamak olan partilerin kendi içlerinde yaptıkları anti-demokratik şeyler oldu. Üzülerek takip ediyorum ki bu durumun olmadığı bir siyasi parti yok. Seçmen olarak neden sürekli 'kötünün iyisine' mecbur oluyoruz? Ahh hocam, alfabemizin son harfi Z ye gelip durmak gibi buradan ileri gidemiyorum. Mushinler yetişiyor mu,yoksa onda da mı Z ye gelip tıkandık?... Bir harf daha ilave etme hakkımız yok mu hocam? Arkası yarınımız, reklamlardan sonramız, bir sonraki bölümümüz...
Şahsen ben sizleri şanslı görüyorum. Birilerince belki pragmatik sayılabilir ama dogmatik bir anlayışla ve körü körüne birilerine ya da bir gruba bağlanmıyorsunuz. Daha özgürlükçü ve sorgulayıcı yanınız var kesinlikle takdire şayan. Eğitim alanınızla reel hayattaki uyumsuzluklar sizi daha çok rahatsız ediyor fakat onun da müsebbibi siz değilsiniz. İyi bir örneklik sergileyemeyen bizleriz maalesef. Her ne kadar alfabede harf tükenmiş olsa da sizin hikayenuz bitmeyecek ve ümit ediyorum siz gelecek kuşaklara daha güzel yarınlar bırakacaksınız...
Silİnsanlar Muhsin başkanı çok sevdi ama ne yazık ki, neden sevdiğini bile anlamadı. Ömrünü milletine adamış bir siyasetçiye oyları ile sandıkta hiç gül açtırmadı. Ancak ve ancak cenazesini kalabalık kılarak vefatını kutsadı ve vefasını ödediğini zannetti! İkinci bir Akif gibi bu ellerden bir Muhsin başkan geçti, göçtü ve gitti!