ANALİZ
28
ŞUBAT DARBESİ özelinde, diğer darbelere de yöneliktir…
“Türkiye’de gerçekleştirilen her darbede
ABD’nin mutlaka parmağı ve perde gerisinde dahli vardır!” demiştim, değil mi? O
hususlarda sayısız örnekler vermek mümkündür. Ben de ona yönelik örnek
vereceğim elbette. Kuşkusuz ki müdahil olan güç, her darbe sonrası ülke
siyasetini de dizayn etmekte idi. Bu dizaynı gelip ‘sen sen şöyle ayrıl, sen sen bu yanda kal’ şeklinde göstere
göstere yapmaz, halkın genetik kodlarını, reflekslerini çok iyi analiz ettiği
için onlara hiç hissettirmeden tereyağından kıl çeker gibi işini görürdü. Ülkenin hazinesi de yaşanan antidemokratik
durumlar, olağanüstü şartlar nedeniyle zinde güçlerin kasalarına aktırılır.
Halk fakirleşir, alım gücü zayıflar. Yabancı sermaye kaçar ve yerli zenginler
parasını yurt dışına çıkarır. Bilim insanları daralmış, beyin göçüne mahkum ve
mecbur olmuştur. Ne kötü bir sonuçtur ama ülkeye ve ülkede güven kalmaz. Gençler
başta olmak üzere, gelecek kaygısı çekenler de, yurt dışına kapak atmanın
planlarını yapar. Tatil beldelerindeki
otellerde garsonluk yaparken turistlerle anlaşıp Avrupa ülkelerinde oturum alma
hakkı kazanmanın planlarını yapanlar dahi mevcuttur. Günümüzü anlatmıyorum
ha, sakın yanlış anlamayın sevgili Z
kuşağı evlatlarım. Biz bu filmi çok seyrettik, keşke siz seyretmeseydiniz
ama aynı tablolarla karşılaştırdığımız size, seyrettirmemeyi başaramadık! O
nedenle sizi suçlayan X ve Y kuşağı olarak bizler, aslında kocaman bir özür
borçluyuz sizlere…
Her
darbenin sonuçları yıllar sonra ortaya çıkar ve nasıl bir tahribata neden
olduğu kolayca anlaşılamazdı. O nedenle okumayan,
kendisini geliştirmeyen bir toplum olan Türk halkında siyasete ve siyasetçiye
yönelik olarak anonimleşmiş şu kutsal sözleri çok duyarsınız.
“Elim
kırılsaydı da, vermeseydim. Amblem işte cezbediyor insanı, ne yapak? Ehveni şer.
İyi de kim var ki, kime verek?”
Fakat ülke siyasetine kafa yoran,
olayların gerisini araştıran, bağlantıları izleyip sonuçların kime yaradığını
analiz edenler ise aslında her şeyin göstere göstere olduğunu beyan eder. Ancak
o anda halkta karşılık bulmaz. İş işten geçtikten sonra da olay, ‘adam haklıymış da
bilememişiz/anlayamamışız’ pişmanlığına dönüşür…
Özünde insan fıtratına en uygun yönetim
anlayışını doğuran demokrasi hep
tartışılmıştır. Onun en önemli paydaşlarından olan siyaset ve işleyiş
mekanizması olan siyasal partiler, ilk önce kendi içinde demokrasiyi tesis
edemedikleri için kendi içinde aykırı, farklı, muhalif görüş barındırmadıkları
için siyasi tarihimiz bir parti çöplüğü,
ülkemiz ise parti enflasyonu yaşanan bir ülke konumundadır. Çünkü Batılı
toplumlarda oluk oluk kan akarak bedel ödenerek kazanılmış haklar, ülkemizde
ömrü savaşlarda geçen savaşın ne kadar kötü bir şey olduğuna tanık olmuş bir lider ve kadrosu tarafından adeta level
atlatılarak önüne serilmiştir. Lakin kuruluş sonrası dönemlerde çok sancılı
siyasi yaşama maruz kalmış, darbelerle kesintilere uğramış, suikast, haksız(!)
yargılama ve idamlarla hayatına son verilmiş siyasilerin meşhur olduğu bir
ülkedir Türkiye! Öyle ki yaşanan bu travmatik durumlardan dolayı bazı siyasilerin
yanlışları bile konuşulamadığı için tecrübelere yansıtılamamıştır. Eee ne de
olsa ‘devletin bekası(!)’ için kardeş katlini bile caiz ve reva gören bir
neslin torunlarından hemencecik kısa bir dönemde çoğulcu demokratik anlayışa
geçmesini beklemek sosyoloji biliminin kriterlerine aykırı idi!
Bedel ödemeden Cumhuriyetle birlikte altın
tepside sunulan o hakların ve karakter üstünlüğünün kıymetini bilememiş bir
halktan çok şey beklemek, yanlış mı olurdu yoksa? Muhtaç olduğu kudret gençliğe işaret de edilmişti oysa! Her dönemde
takım tutar gibi sürü mantığıyla yığınlar üzerinden hamaset söylemleri ile
hakikatlerin üzerinin örtüldüğü, tarikat kültürü orjinli el verip el alma
yöntemiyle geleneksel parti müdavimleri yetiştirilmiştir bu ülkede. Siyasi ve
sivil kanaat önderi veya liderlerin söylemleri sonucu kamplara ayrışmış olan sağlı
sollu herkesim, kendi penceresinden bakarak; ülkeyi en çok kendilerinin sevdiği iddiasına ve idealizmine kapılıyordu.
Tabiri caizse, “Ayının malağını severken sıkarak öldürdüğü!” gibi devleti ele
geçireceğiz ki kurtaralım mantığı ile kurumları ve kurumsal yapıları
çökertmekte olduklarının farkında bile değillerdi…
Barış içinde yaşayan müreffeh bir toplum
oluşturamamış ülkemiz, üzülerek belirtmek gerekirse, karşısındakini dinlemeden
ön yargı ile yaklaşarak ve suçlama ile görüşlerini baskılayarak düşman üretir
pozisyondaydı. Yoruma açık muğlak
ifadeler kullanarak yönetmelik ve yasalar çıkarılıyor, niyet okuyuculuğu ile fikir
suçluları ihdas edip, toplum mühendislerinin biçip diktiği elbise, halkın
tamamına giydirilmeye çalışılıyordu. Yani çok trajikomik olacak ama bazen ‘liderler
toplantısı, zirve toplantısı’ diye halka sunulan ve beklenti içine
sokulan halk, açıklamaları dinleyince ‘Zirve değil de, zırva toplantısı mı
yapmış bunlar?’ diye şaşkınlık yaşamaktaydı! Oysa bugün bakıldığında dingin bir akılla değerlendirilebilseydi o
şartlar, ne kadar akılcı çözümlere kavuşturulup müdahalelerden uzak müreffeh bir
yaşam sürüyor da olabilirdik. Fakat başaramadılar ve hiç de özür dileyene
rastlamadım! Hatta ölene kadar durumlarını, konumlarını muhafaza ettiler ve
etmekteler…
Doğal olarak bu kamplaşmalardan uzak
yetişen ve teknoloji çağı ile internetin içine doğan Z kuşağı o zihniyetçe kontrol edilen ve güdülen bir sürü olmadığı
için pek hazzedilmiyordu! ‘Siz ne yaşadınız ki, ne biliyorsunuz ki?’
aşağılamalarına maruz bırakılarak akılları çelinmeye çalışılıyordu. Naçizane
ben de bir eğitimci olarak bu seri paylaşımlarla yakın tarihe ışık tutup,
eğitim görevimi yapmaya çalışıyorum. Her şeyin başı eğitim olduğu için okumaya
ve peşinden yazmaya adanmış birisi olarak halis bir niyetle, ne kadar başarılı
olurum, kimlere ulaşabilirim onu da bilmiyorum?
Az
gelişmiş ve gelişmemiş toplumlarda demokrasi,
‘çoğunluk
rejimi’ gibi algılanmaktadır. Dolayısıyla seçim sonuçlarıyla ortaya
çıkan tabloya göre “Millet iradesi böyle tecelli etti. Katlanacaksınız, işinize gelirse
böyle! Ya sev ya terk et! Ben kazandım, haliyle diğerlerini değil, kendi
örgütlerimi kadrolaştıracağım. Devlet benim, devletin sahibi ben oldum!”
diye bir yaklaşım geliştiriyordu. Tırnak içinde yazdığım bu söylemlerin her
birisini sağdan ve soldan hangi siyasilerin söylediğini bile yazabilirim.
Ayrıştırıcı bir dil kullanmayı sevmediğim için ve sonuçta hepsi aynı kapıya
çıktığı için siz değerli okuyucularım, mevcut fraksiyonların hepsini
düşünebilirsiniz… Bürokrasi de hemen hakim gücün zihniyetine bürünüyordu. “Torpil, nepotizm, adam kayırma, sadakat,
emredin efendim” mottoları hiç eksik olmadı bu ülkenin makus talihinden. Çünkü
hedef batılılaşma olsa da, zihniyet doğunun şark kurnazlığını hala
genlerinde barındırıyordu. Eee ne de
olsa doğu ile batı arasında köprü coğrafik bir konumdaydık ve coğrafya
kaderdi!..
Oysa gelişmiş
toplumlarda standartları çok yüksek hale gelmiş demokrasi, çoğunluk rejimi
değil de; çoğunluğun azınlıkları ezmediği, onları tahakküm altına almadığı,
onların da haklarını gözettiği ve yararlandırdığı sanki bir ‘azınlık
rejimi’ gibi hüküm sürmektedir. Cumhuriyetin
kuruluşundan sonra bizzat Atatürk
tarafında hedef gösterilmiş olan ‘muasır
medeniyet’ kavramında yüklü anlamlar işte bu özgürlükçü, azınlığa dahi
saygılı Batılı, çağdaş bir demokrasi anlayışı idi… Sen ne güzel bir ülke kurmuş ve ne muhteşem bir ufuk çizmiştin be Atam!
Halkı maraba ve köle olan çok uluslu bir toplumdan eşit yurttaşlık
bilincine sahip haklarını bilen, koruyan ve sahip çıkan bağışıklığı güçlü son
derece sağlıklı bir millet oluşturmuştun. Gel gör ki evlatların kendi içinde
sürekli “Siyah Türk” üreterek
içerden ve dışardan müdahalelere açık bir halde sürekli enfeksiyon geçiren
hasta konumunda idi…
Allah aşkına, şimdi sadece hemen yukarıdaki iki paragrafın analizini
zihninizde yoğurarak ama asla ümitsizliğe kapılmadan cevaplamanız üzere, soruyorum
sizlere sevgili Z kuşağı evlatlarım:
-Demokrasinin hangi türünü benimsemiş toplum
kalkınır ve daha mutlu mesut bir yaşam süren halkı inşa eder?
-Demokrasinin hangi türünü seçen de, seçimlere
katılım oranının yüksekliği ile övünüp demokrasi ile yönetildiğini zanneder?
Bir türlü kalkınamamış, geri kalmış bir toplum olarak kalır?
Bu iki sorunun cevabını bulmak çok zor değil elbette.
Tarım toplumunda toprak ağaları niye halkın gözünün açılmasını istemiyorsa,
şehir toplumu olmuş halkın da ağaları hiç başından eksik olmadığı için…
Onun için okuyacaksınız, kendinizi
geliştireceksiniz, kamplara bölünmeyeceksiniz, fikrinizi kimseye satın
aldırmayacaksınız. Doğrunun ve hakikatin yanında yer alacaksınız. Ben dahil,
birisi size bir siyasi partiyi işaret ederek fikir enjekte ediyorsa, biliniz ki
sizi enfekte ediyor, sizi sürü psikolojisi ve mankurtlaştırma ortamına çekiyor
demektir. Zaten kamplaşmalardan uzak olduğunuz ve kimsenin çantada keklik oy
deposu olmadığınız için menfaate dayalı birliktelikler kurmadığınız için üst
kuşaklarınızla çatışma yaşıyorsunuz. Oysa hani gençlerin önünü açmış ‘18 yaşı’ seçme ve seçilme yaşı
olarak, yasal zemine oturtmuştuk biz! Güya
değil mi?.. Üniversitede bile en doğal eylem haklarını kullanan gençlerden
terörist çıkarmanın mantığı ne o zaman? Siz ey hakim güçler, kamplaşmalardan
medet umanlar ‘başörtülü birisi, nasıl oluyor da o eylemcilerle birlikte
hareket ediyor?’ diye gençleri de kendi kamplarınıza çekmeye çalışsanız da
başaramayacaksınız…
Bu kadar analizden sonra şimdi metnin ilk
paragrafında sunduğum ABD müdahilli
siyaset dizaynı örneğime gelmek istiyorum.
1995 seçimlerinde bütün şartların lehine
geliştiği, siyasi yaşamında bir ilk olarak %10 seçim barajını aşarak meclise
girmesine kesin gözüyle bakılan Alparslan
Türkeş ve partisi MHP, o
seçimlerde dışarda kalmıştı(!) Ve enteresan bir hamle ile....
PKK eylemleri tırmanmış, yine hemen her
gün şehit cenazeleri geliyordu. Baraj sorununu ya sol partilerle ittifak
yaparak, ya da bağımsız olarak seçimlere girip kazanarak meclise girebilen günümüz
HDP’sinin o zamanki temsilcileri ise
mecliste çatır çatır siyaset yapmaktaydı. “Vatanperver milliyetçiler neden
dışarda?” sorgulaması insanların zihninde yer ediniyordu. Şimdi hiç görmüyor
olsak da, o zamanlar liderler TV’lere çıkar gayet demokratik bir şekilde
kendilerini ve politikalarını halka anlatırdı. Alparslan Türkeş, “Verin bana yetkiyi altı ay hazırlık, ikinci
altı ayda eylem olmak üzere bir yılda kökünü kazıyayım bunların!” diye
vaatlerde bulunuyordu. Tam işte böylesi bir atmosferde o gizli el devreye
girerek seçimlere birkaç gün kala, MHP’den milletvekili adayı olan Devlet Güvenlik Mahkemesi (2004 yılında
bu kurum kaldırılmıştır.) başsavcısı Nusret Demiral’a “Ezan Türkçe okunmalıdır!” açıklamalarını yaptırıyordu. Hani
günümüzde de her seçim öncesi ortaya çıkan bir CHP’li milletvekilinin veya eski
partilinin ya da solcu bir gazetecinin benzer açıklamalar yapması gibi…
Böylece MHP’nin önü bıçak gibi kesilmiş ve seçimlerde %8 küsur oy alarak baraj
altında kaldığı için Mecliste temsil edilememişti. Türkeş, 4 Nisan 1997’de vefat ettiği için
onun kaymağını da, kendinden sonra koltuğa oturan Devlet Bahçeli anasının ak sütü gibi yiyecekti…
Yine 1995 seçimlerinde DSP’nin de ikinci sol parti olarak
seçimlere girmesiyle, %10 küsur oyla kıl payı barajı geçen
CHP için ‘Aslında baraj altında kalmıştı
ama Atatürk’ün partisi baraj altında kalmamalı’ diyerek, askeri yerleşim
yerlerinde yapılan müdahaleler sonucu ‘baraj geçirildi’ söylentileri de
dillendirilmekteydi…
28
Şubat darbesiyle iktidardan uzaklaştırılan Erbakan ve Çiller hükümetinin yerine Süleyman Demirel’in görevi Mesut Yılmaz’a vermesi üzerine, 30 Haziran 1997’de 55. TC hükümeti olarak AnaSol-D
koalisyon hükümeti kurulmuştu… Erbakan
hükümetinin uygulamadığı tavsiye kararları Mesut
Yılmaz tarafından “Siyasi hayatıma mal olsa bile uygulayacağım!”
sözleriyle deklere edilerek tıpış tıpış yerine getiriliyordu. Yılmaz’a
göre dindar ve mütedeyyin insanlar yarasa, Demirel’e göre başörtülüler Suudi Arabistan’a
gitmeliydi!
Daha sonra Mesut Yılmaz’ın adının da karıştığı Türkbank ihalesindeki yolsuzluk
iddiaları nedeniyle CHP hükümete
desteğini çekti ve mecliste verilen gensoru
ile Kasım 1998’de Hükümet düşürüldü.
Ardından seçime gidilmek üzere Ecevit başbakanlığında neredeyse aynı
hükümet 56. Hükümet olarak göreve
başladı. Halkın gözünde nerdeyse bütün siyasiler oldukça itibar kaybetmekteydi…
Fakat yine o gizli el devreye girmiş ve 16 Şubat 1999’da PKK elebaşı, bebek katili Abdullah
Öcalan ABD /CIA destekli bir operasyonla Kenya’da paketlendi ve Türk ordusu bordo bereli özel kuvvetlerine teslim edildi.
Fakat çok gizli bir operasyon ile Türk
istihbaratı ve özel kuvvetlerin başarısı olarak sunulmaktaydı. TV’ler o özel
kuvvetlere mensup aslan parçalarının nasıl yetiştiğini nasıl operasyon
yaptığını haber ve belgesellerle halka işliyor aslında son derece ilmek ilmek
işlenen seçim propagandaları yapılıyordu… Öyle olmalıydı! Çünkü o zamana kadar Türk
siyasetinde “Karaoğlan” lakabıyla
yer edinmiş olan Ecevit vardı
sahnede. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nda, ABD’nin Türkiye’de haşhaş üretimi
engellemelerine vetoda, Başbakanlıktaki Pentagon ve CIA unsuru NATO Gladyo
yapılanmalarının ortaya çıkarılmasında hep yerli ve milli duruş sergileyen Karaoğlan idi o. 1980 öncesindeki iktidarında uygulanan ekonomik
ambargolarla -bugün bile dillendirilen yağ ve mazot kuyrukları var ya işte onlardan
bahsediyorum- iktidarı al aşağı edilen Bülent Ecevit bu defa ABD
destekli bir şekilde başa getiriliyordu ve halkının karşısında karizması
çizilmemeliydi! Hatta belli bir süre
sonra kendisi bile sürçü lisan ile “Bize
Öcalan’ı ABD’nin neden teslim ettiğini anlayamadım!” itirafında bulunmuştu.
Ancak daha sonra ABD başkanı Bill
Clinton’nın karşısında el pençe divan durarak kendisi minnet borcunu
ödemiş, Türk milletine hak etmediği acziyeti yaşatmıştı. Çünkü o da görevini
tamamlamıştı sonuçta… İşte dost ve
müttefik ABD, işte ülkedeki kahramanlar(!)…
Bu arada bugünkü sunumu çok uzattığımın
farkındayım ama çok önemli bir bilgi daha vermek istiyorum ki; gözleri bağlı ve
elleri kelepçeli şekilde uçaktaki tedirgin görüntüleri medyaya servis edilen Öcalan’ın, gözleri açılıp uçaktan indirilirken
etrafını korku içinde kolaçan eden gözleri, jest ve mimikleri ‘her an bir kör kurşunla tahtalı köyü
boylayacağım’ şeklinde idi. Fakat idam cezası ile yargılanmak üzere
duruşmaya alındığında zırhlı camekanlı, sanık kabininde ‘Ben devletimin emrine hazırım, devletim için bana ne görev verilirse
yaparım!’ diyecekti.
Ve çok enteresandır ki, yürekli yerli ve
milli ama sol görüşlü ve Atatürkçü gazeteci Uğur Mumcu Öcalan üzerinden PKK’nın
MİT ile bağlantılarını çözmüştü. Onları açıklayacağı anda 24 Ocak 1993’te evinin önündeki aracına
yerleştirilmiş bombayla kontağı açtığı anda havaya uçurulup canına kast
edilerek, dokümanları kaybedilmişti. O hain suikast cinayeti, şeriatçı
örgütler yaptı diye açıklamalar yapılmış ve irticaya dikkat, şeriat
geliyor, Türkiye’de İranlı şeriat örgüt elemanları cirit atıyor diye laik-antilaik karşıtlığı ve
kamplaşmalarının tohumları ekilmişti. Yani bir taşla kaç kuş vurulduğunu, benim diyen
Matematikçiler bile hesaplayamazdı. İnsanlar sokaklara dökülüyor
“Kahrolsun Şeriat” mitingleri yapılıyordu. İyi de ne oluyor, gol nereye
atılıyor, kim üzülüp kim seviniyor, hakem kim düdüğü kim çalıp santrayı
göstermişti o yine belli değildi!
İşte o Öcalan şimdi ‘devletimin emrindeyim’
diyor ve o zamana kadar yasalarında idam
cezası var olan devletimize, ‘gereğini
yapın, beni kurtarın’ mesajı vermiş oluyormuş meğerse! Ama onu da sonra
anlayacaktık…
Hayati Yaman
Yorumlar
Yorum Gönder
Lütfen yorumlarınızı bizimle paylaşınız. Yorumlarınız bizler için çok değerli. Onaylama işlemi zaman alabilir. Hakaret içeren yorumlar onaylanmayacaktır.