28 ŞUBAT



Yıldönümünde paylaştığım 28 Şubat sürecine yönelik tarihi vesika mahiyetinde bilgilere ek olarak birkaç paylaşım daha yapmam gerektiğini biliyordum. Çünkü tek bir metinle bir dönemin anatomisini ortaya çıkarmak o kadar kolay değil…

Bu sunumumda da, siyasi tarihimize “Post modern darbe” diye kaydedilen 28 Şubat askeri müdahalesine götüren sürece ve olaylara değineyim istiyorum.

Halkımız nasıl 2019 yerel seçimlerinde muhalefet bloğu olan ‘Millet ittifakı’ adaylarına daha çok oy verip büyük şehirlerde belediye başkanlıklarını kazandırarak iktidarda olan Ak Parti’ye bir nevi ‘yeter artık’ mesajı vermişse; 1994 yerel seçimlerinde de Refah Partisi adaylarını belediye başkanı seçerek aynı mesajı dönemin merkez sağ partileri ve sol partilerine vermişti.

Mevcut Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan da o dönemde %25 küsur oy oranı ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı seçilmişti. (Her ne kadar kendileri, 31 Mart 2019’da yapılan seçimdeki %48.8’lik Ekrem İmamoğlu galibiyetini kabul etmeyip yeniden seçime gidilmesini antidemokratik görmemiş olsa da!)

O dönemde İstanbul, Ankara, Konya, Kayseri, Erzurum, Diyarbakır olmak üzere on beş Büyükşehir belediye başkanlıklarından altısını ve pek çok il belediye başkanlıklarını RP kazanmıştı. Bu sonuçlar son derece şaşırtıcı idi ama göstere göstere geliyordu. Halkın refah seviyesini yükseltme adına hiçbir şey yapmadan üstüne üstlük dindar kesimi de sürekli hakir gören elitist, seküler ve laisizm taraftarı çoğunluğu sol kesimden, bir kısmı da merkez sağdan olan siyasiler, aydınlar, gazeteciler ve yazar çizer takımı, tabanda rahatsızlık oluşturmasına rağmen vurdum duymaz tavırlarla siyaset yapmaya devam ediyor ve en kötü ihtimalle ordu yönetime el koyar, göreve gelir rahatlığı içinde ülkede, kanıksanmış bir darbeler ülkesi profili çiziyorlardı.

RP’nin gerek genel başkan düzeyinde, gerekse parti yöneticileri ve ön planda olan seçilmiş kişileri düzeyinde din istismarı söylemleri olduğu gibi, demokrasiye, cumhuriyet ve Anayasanın değişmez ilkelerine yönelik sert söylemleri doğal olarak sağduyulu, demokrat kesimde de rahatsızlık oluşturuyordu. Örneğin bizzat Genel Başkan Necmettin Erbakan, “Kendilerine oy verenlerin Müslüman, diğerlerinin patates dininden olduğunu söylüyordu. RP dışındaki partilerin tamamını ben ve ötekiler diye ayırarak ayrıştırıcı bir dil kullanıyordu. İHL’leri RP’nin arka bahçesi şeklinde konumlandırıyor. Cami cemaatinin cebinde bilmem şu gazete nasıl olur, başında fötr şapka nasıl olur ve RP’den başka bir partiye nasıl oy verir?” tarzında siyaset yapıyordu.

Doğal olarak, tarikat ve cemaatler de kendileri için oy deposu olarak görülüyordu. Onların din istismarı yaptıkları ve din üzerinden insanları sömürdükleri hiç dillendirilmediği gibi, onlarla kanka olup, kontenjan vermekteydiler. Diğer partiler de oy kaygısı güderek aynı işi yapsalar bile RP, ağırlığını her zaman hissettirerek o alan bize ait siz burada at koşturamazsınız mottosunda idi.  Tarikat ve cemaat önderleri, sözcüleri ve kendi içinden çıkardıkları siyasi kimlikli kişiler, gizli aşikar, kuruluşunda onları kapatan Cumhuriyet ve değerlerini, hatta ülkemizin kurucusu Mustafa Kemal’i düşman ilan edebiliyordu. Laiklik doğrudan İslam düşmanlığı olarak görülüyor, Batıdan alınan demokrasi küfür düzeni sayılıyor ve Şeriat isteniyordu. Hatta İran’da Humeyni önderliğinde kurulan (güya) İslam devleti örnek gösteriliyordu. Partinin Avrupa teşkilatlarıyla bağlantılı olan Radikal İslamcı gruplar Türkiye’de sözde ‘şeriat devleti’ kurduklarını ilan ediyorlardı. Kendilerine oy gelsin de ne olursa olsun mantığı, ‘zafere götüren her yol mübahtır’ anlayışını doğurmuştu. Öyle ki o dönemlerde Sırplarla savaş halinde olan Bosnalı Müslümanlara gönderilmek üzere toplanan paraları bile “Biz de burada küffar(!) ile mücadele ediyoruz, önce biz savaşı kazanmalıyız. Zaten ondan sonra biz tüm dünya Müslümanlarını refaha kavuşturacağız!” kutsal psikolojik rahatlaması ile hiç çekinmeden iç edebilmekteydiler. Amaç (güya) Allah rızası olunca, dava uğruna değer meğer kalmıyordu. Tarihe ‘Kayıp trilyon ve Mercümek davası’ olarak geçmiş olan o belgeleri de araştırabilirsiniz.

“Bir kişi hem laik, hem Müslüman olamaz. Demokrasi ve Cumhuriyet araçtır, amaç değildir. Amaca götüren bir araçtır. Kemalizm rejimini yıkacağız. Türk sözü bölücülüktür. Sen ne mutlu türküm dersen, benim doğu ve güney doğulu kardeşim de kalkar ne mutlu ben kürdüm der. Milliyetçilik, dinsizliktir, ümmet bilinciyle ümmetçi nesiller yetiştireceğiz,” söylemleri her parti toplantısı, miting ve kongrelerinde seçkin hatipleri olan Tayyip Erdoğan, Şevki Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylan, Hasan Mezarcı (ki bu zat şu an kendisini Mesih ilan etmiş durumdadır!), Şevket Kazan vs tarafından bangır bangır bağırarak dillendirilir, tekbir sesleri ile meydanlar, salonlar inletilirdi.

Doğu ve Güney doğu illerinde dağıtılan parti afiş ve bayrakları bile PKK renkleriyle bastırılıp dağıtılırdı. Takiyye ve kitabına uydurma her alanda kol geziyor, o uygulamalar nifak ve ikiyüzlülük görülmediği gibi düşmanın silahıyla silahlanmak ve ‘cihatta hile yapmak sevaptır’ anlayışıyla dini kisveye büründürülüyordu.  

Parti toplantılarına katılmak cihat, oy kazanmak için çalışmak en büyük ibadet, küffar(!) ordusu ile mücadele etmek (güya) Allah’ın onlara yüklemiş olduğu en temel vazife idi. Gece gündüz durmadan bu aşk ve şevk ile çalışmalı idiler. Dava, Allah davası(!) idi. (Haşa Allah’ın böyle bir şeye ihtiyacı mı vardı? Ama o dönemde onların sorgulanmasını gerektirecek dingin bir atmosfer yoktu bile...)

Bir de faiz ve rantiyeci zihniyetle üretmeden kazanan sermayenin açıklarını çok mükemmel bir şekilde hesaplarla anlatarak halkı ikna eden Necmettin Erbakan, oy oranını hızlıca yükseltmeye başlamıştı. Antidemokratik seçim yasasından ve %10 seçim barajıyla meclis dışında kalarak oylarının heba olduğundan en çok şikayet eden Necmettin Erbakan, artık %10 barajını bile az görüyor, seçimlere birlikte girerek mecliste temsil edilmek isteyen tabanları birbirine yakın partilere (BBP, YDP, MP gibi) bile köşe yazarları ısrarla çağrı yapmasına rağmen, burun kıvırıyor ve onları ikinci lig takımı olarak hakir görüyordu.

İşte böyle bir atmosferde 1995 yılında yapılan genel seçimlerde, RP partisi %21 oyla birinci gelmişti. Artık iktidar olduk diye iyice azıtmış ve daha radikal söylemlerle halkın karşısına çıkıyorlardı.

Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Şükrü Karatepe, “İçimiz kan ağlaya ağlaya 10 Kasım törenlerine gidiyoruz. Anıtkabir’de saygı duruşu gönlümüze yük geliyor. Resmi toplantılarda saygı duruşu puta tapmaktır” diye beyanatlar veriyor.

Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız “Kudüs Gecesi” organizasyonu yaparak şeriatçı ve radikal İslamcı grupların gövde gösterisine ev sahipliği yapıyordu. Rejime ve Cumhuriyete karşı sloganlar attırılıyordu. Doğal olarak bu söylemler; Anayasaya, laikliğe ve Cumhuriyet değerlerine aykırı bulunuyordu. İşte tam da Sincan’da yapılan o gece programının ertesinde Genelkurmay ikinci başkanı Çevik Bir’in emri ile kışladan tanklar sokaklara çıkarılmış ve darbe yapılabilir mesajı verilmişti. Çevik Bir, daha sonraki beyanlarında ‘Demokrasiye balans ayarı yaptık.’ sözüyle askerin baskısını iyice hissettirmeye başlayacaktı…

Ardından iktidarda olmasına rağmen RP’ye kapatma davası açılacaktı. Pek çok ileri gelen RP’li yetkili ve sözcüler hakkında tutuklama kararları çıkarılmıştı. Şimdi adalet aramak için veya ülkedeki adalete güvenmediği için Avrupa’ya kaçmak zorunda kalanlara “Avrupa’ya kaçıyor ve ülkemizi batıya şikayet ediyor!” diye dert yanan Ak Partililer de aslında o zamanlarda aynı tezgahtan geçmişti. Hey hat ki, bu antidemokratik uygulamalardan canı yananlar iktidar olduklarında durumu düzeltmek yerine, bu defa kendileri aynı yöntemi kendileri gibi düşünmeyenlere uygulamakta idi. Yani stadyum aynı, tribünler aynı, seyirciler aynı, sadece formalar ve roller değişmişti. Her devrin çığırtkan ve gaz veren amigoları eşliğinde sloganlar farklı atılıyordu sadece. Artık o devrin ‘Siyah Türk’leri bembeyaz olmuş, ellerinde fırça ile başka birilerini siyaha boyuyordu!..

Ordu aktif olarak duruma müdahil olmuş, aylık Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında iktidarı iyice sıkıştırıyordu. İşte 1997 yılının 28 Şubat’ında yapılan 9 saatlik Milli Güvenlik Kurulu toplantısı, tarihin en uzun toplantılarından biri olarak kayıtlara girmişti.

İçlerinde tarikat ve cemaat yapılaşmalarının okulları MEB’e bağlanacak, tarikatlar kapatılacak, Zorunlu olan beş yıllık İlkokul eğitimine son verilerek, sekiz yıllık kesintisiz eğitim, Ortaokulla birleşik şekilde ilköğretim adıyla uygulanacak, Kurban derilerini sadece THK toplayacak, irticai eylem yaptığı için disiplinsizlik suçlaması ile ordudan atılan subay ve astsubaylara iş verilmeyecek, kılık kıyafet kanununa titizlikle uyulacak, başörtüsü yasaklanacak vs gibi maddeler bulunan on sekiz maddelik tavsiye kararları uygulanmak üzere Başbakan Necmettin Erbakan ve hükümet temsilcilerine imzalattırıldı.

Ardından Ordu(TSK), hakim savcılar, yazar çizer takımı, akademisyenler, yüksek bürokratlar ve valiler olmak üzere peyderpey brifingler veriyor ve herkesi hizaya sokuyordu. Bugün pek çoğu iktidar yandaşı diye nitelenen gazeteciler olmak üzere medya aktörleri de o brifinglerden aldıkları emirlerle demokrasi diyemiyor, darbeci zihniyetin sözcülüğünü yapıyordu. Çok iyi bir gazete okuyucusu ve köşe yazarı tarayıcısı olduğum için ilk etapta aklıma gelen isimler olarak Ertuğrul Özkök, Ali Kırca, Fatih Çekirge, Engin Ardınç, Reha Muhtar, Fatih Altaylı, Emin Çölaşan, Uğur Dündar, Sedat Ergin, Zafer Mutlu, Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Sabahattin Önkibar, Güneri Civaoğlu, Mehmet Barlas vs sayabilirim. Artık bu isimler nasıl aydınlarsa ve toplumu nasıl aydınlatıyorlarsa; “Kesinlikle darbelere karşıyız. Her askeri müdahale mağdur üretmiş ve üzerine gidilen kesimleri daha güçlü olarak iktidara getirmiştir. Demokrat olmak askeri veya sivil her türlü darbenin karşısında olmayı gerektirir!” manifestosu yayınlayamamışlardır!

Finansı Diyanet Vakfı tarafından karşılanan ama askeriyeye bağlı ‘Batı Çalışma Grubu’ kurulmuş ve kamu kurumlarında fişleme operasyonları başlamıştı. Aynı düşünceye sahip olsa hatta daha militarist bile olsa erkeklere dokunulmazken, başörtülü bir kadın bir kurumda çalışıyorsa, o artık Corona virüsü muamelesi görülüyor. Gören kaçıyor veya teftişlerden kaçırılarak bir süre daha durum idare edilmeye çalışılıyordu. Hatta bir dönem, bu son derece zalimane ve işkence eylemleri peruk takarak geçiştirilir mi acaba diye deneme uygulamalar yapılsa da, ‘Nuh deyip, Peygamber demeyen’ muktedirler toplumu kamplara bölmüşlerdi. Başörtülü bir kadının başını açması için zorlamalar öğrencileri üniversiten kopardığı gibi pek çok kadın çalışanın mesleğinden istifa etmesine dahi sebep olmuştu.

Dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener yürekli ve yiğit çıkışını göstermiş, hiçbir valinin ordu tarafından organize edilen o toplantılara katılmayacağını, meclisin iradesi üzerinde bir iradeye boyun eğmeyeceğini beyan etmişti. Sonrasında Çevik Bir, bir kadına asla kullanılmayacak bir ifade ile çok af edersiniz ‘Seni kazığa oturturuz!’ tehdidinde bulunmuştu. Oysa o yürekli insan, Sayın Akşener, yine pes etmemiş ve ‘Siz karargahtan çıktığınız anda çevik kuvveti karşınızda bulacaksınız!’ mesajını vererek kararlı olduğunu cesaretle muktedirlere bildirmişti.

Aynı dönemde olağan üstü güçleri ve kerametleri olduğu iddia edilen tarikat ve cemaat liderleri, şeyh şuyh tayfası, konuşunca mangalda kül bırakmayan şovmen ve hamasetçi siyasiler ise kuyruğunu kıstırmış kıçın kıçın girecek delik arıyorlardı.

Yine meclis dışında olan ve yukarıda YDP olarak bahsettiğim ‘Yeniden Doğuş Partisi’ lideri Hasan Celal Güzel de üzerine düşen görevi hakkıyla yapmış ve tankların üstüne ilk çıkacak kişi ben olurum demeçleri vererek iri cüsseli birisi olması nedeniyle de kendisine ‘Tank Hasan’ dedirtmişti.

Velhasıl iktidarda bulunan ve son derece uyumlu bir şekilde yürütme görevini gerçekleştiren “RefahYol” hükümetinin koalisyon protokolü gereği Başbakanlık değişimi yapması gerekiyordu. Sıra Tansu Çiller’e gelmişti!.. Türk siyasi hayatında “Baba” lakaplı bir karakter olarak da yer edinen Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel görevi kızı Tansu hanıma vermemiş, “Uçak havada yakıt ikmali yaparken yere çakıldı!” diyerek meclisin iradesine ipotek koymuştu.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş’ın açtığı ve AYM başkanlığını Yekta Güngör Özden'in yaptığı yaklaşık sekiz ay süren dava soncunda Anayasa Mahkemesi RP’nin kapatılmasına ve yöneticilerinin beş yıl siyasi yasaklı olmasına karar vermişti. O kararı da, daha sonraki Mahkeme Başkanı Ahmet Necdet Sezer açıklamıştı.


Hayati Yaman

Yorumlar

Popüler Yayınlar