ESTETİK OPERASYON
17 Aralık 1997’de Fazilet Partisi kurulmuştu. Herkes
biliyordu ki bu Parti, kapatılmasına kesin gözüyle bakılan RP’nin yerine
geçecek Milli görüş’ün yeni partisi
idi. Öyle ki amblemi bile küçük bir ayrıntı ile neredeyse aynıydı. Dinci
söylemlerle Siyasal İslamcı Milli görüş ve Irkçı politikalarla kürt seçmenin
tek temsilcisi gibi kendisini gösteren günümüz HDP’sinin geçmişteki
temsilcileri kapatıldıkça bitmiyor, başka bir isim ve amblemle yine siyaset
sahnesinde yer alıyordu. Yani parti kapatmak çözüm değildi ve çocukların akşama
kadar evcilik oynayıp eve dönerken yıktıkları oyuncak yapıtlar gibiydiler.
Ertesi gün yine oyuncaklarıyla aynı oyunlar oynanıyordu çünkü, ülkeye enerji ve
zaman kaybettirmekten başka bir şey değildi!..
Siyasal parti veya asker, yargı
kanadından Devlette muktedir olan kim ise onların hakim kanaati gereğinde siyasi
kararlar verilmekteydi. Siyaset o muktedir gücü hiç eline alamamıştı. Oysa o
da çözüm değildi. Onun çözüm olmadığını da günümüzde Ak Parti uygulamaları ile
görmekteydik. Oysa mükemmel ve ideal olan demokratik sürecin “kuvvetler
ayrılığı” ilkesi ile yasama, yürütme ve
yargı eşit haklarıyla ve uzlaşmacı olarak sadece ülkeyi ve halkın refahını ileri
götürebilmenin hesaplarını yapmalıydı? Gel gör ki, o uğurda bir arpa boyu yol
alınamamıştı. Antidemokratik yargı kararları ile halk nezdinde yargıya güven de
azaltıyordu. Fakat günümüz penceresinden o zamana bakıldığında, her kesimin
yine birbirini anlamadığını gözlemlemekteyim. Aslında onların da ne kadar haklı
çekinceleri varmış da, ben anlayamamışım diye özeleştiri de yapmak zorundayım.
Sular durulmayınca ne kadar sığ da olsa, bulanık su, içini tam göstermemekteydi!
TV’lerin haber kuşağında genelkurmay ve yargıtay binaları gözümüzün içine sokarcasına
haberler verilmesi, beyanatları asker ve yargı üyelerinin (isimlerini önceki
sunumlarımda zikrettiğim kişiler) yapıyor olması gına getirtiyordu. Yetmiyormuş
gibi açık oturum tarzında yapılan tartışma programlarında darbeleri ve
antidemokratik uygulamaları savunan yazar çizer takımı, emekli asker, emekli yargıçlar
halkın çoğunluğunun içini karartıyor ve ülkeyi huzur güven ortamından
uzaklaştıracak bir iklime sokuyordu. Onlar ve destek veren sol kesim ise
kendilerini Cumhuriyetin koruyucusu kollayıcısı zannediyor ve kamplaşmadan uzak
duracak demokrat açıklamalar yapamıyorlardı. Oysa 1980 darbesinde ülkücülerle
birlikte, karşılıklı birer birer idamlarla bedel ödemişlerdi. Ona rağmen dingin
bir akılla olayların önünü almayı başaramıyorlardı.
1980 öncesinde Kominizme karşı
eylem yaparak ülkeyi koruduk diyen ülkücüler
ve ABD emperyalizmine karşı hareket ediyor çıkarlarımızı Rusya’nın yanında olmakta
buluyoruz diyen devrimci solcular
ülkeyi birbirlerine dar ederken, Sistem darbeyle birlikte her iki kesimin de
tepesine çökmüştü. Sağcılar kendilerine -aferin- beklerken öyle olmamıştı. “Ülkenin polisi askeri var kardeşim size ne
oluyor? Kendinizi ne zannediyorsunuz?” diyen muktedirler, solculara da “Ülkeye Kominizm gelecekse, onu da biz
getiririz! Siz kim oluyorsunuz boyunuzdan büyük işlere kalkıyorsunuz!”
diyordu. İdealist ve gerçekten vatanperver bir nesil yok ediliyordu. Muhsin Yazıcıoğlu yürekleri
sızlatan meşhur ifadesiyle “Ülkenin
sokaklarını bile bize paylaştırmayanlar, 2.5 metre karelik hücrelere bizi
sığdırdı ve hücreleri paylaştırdılar!” diye yakın tarihin hafıza kaydı
gibiydi. O nedenle ne zaman ülke üzerinde oyunlar oynanmaya kalkılsa, herkes “Yazıcıoğlu ne diyecek acaba?” diye
ondan gelecek beyanatlara dikkat kesilirdi!
Velhasıl 18 Nisan 1999 seçimlerine
gidilirken, Öcalan’ın paketlenip ülkeye getirilme coşkusu, MHP’nin “Ürkeklere değil erkeklere oy
verin.” mesajlı propagandaları ile seçimlere girilmiş oldu.
Seçimlerden %22 ile DSP birinci, %17 ile
MHP ikinci sırayı aldı. Siyasi tarihimizde ”Başbuğ” diye yer edinmiş Alparslan
Türkeş’in MHP’si, Devlet Bahçeli
başkanlığında girmiş olduğu ilk seçimlerde sağın birinci partisi olarak
çıkmıştı. Ve “Devletin başına Devlet
gelecek!” mottoları ile o zamana kadar hep -ülkücüler bürokrasi kadrolarında yer
ediniyor- diye tevil getirilip övünülerek tabanda önü alınan ülkücü camia, ilk
kez siyaseten de başbakanlık yapma hakkına erişecekti. Ama öyle olmadı!
Büyük bir sükutu hayale uğrayacak
olan taban, bizzat Bahçeli’nin ağzından “DYP
dinlensin!” açıklamasını duymuştu… Seçim sonuçlarına göre barajı geçen
diğer partilerin oy oranları şöyle idi. %15 FP, %13 ANAP ve %12 DYP. Önceki dönem mecliste bulunmasına rağmen %8 oy oranı ile CHP de ilk kez baraj altında kalmıştı. Sonuçların ortaya çıkardığı meclis
aritmetiğine göre, önceki dönem hükümette yer almadığı için en doğal sağ
koalisyon Bahçeli başkanlığında kurulacak MHP-DYP
koalisyonu idi. Sağ seçmen bunu bekliyordu. MHP açısından, FP ürkekler
konumunda olduğu için onunla yapılamaz, ANAP zaten gensoru ile düşürülmüş bir
iktidarın ortağı idi onunla da yapılamazdı. Bir de DSP ile koalisyon
yapılmamasına yönelik daha önemli bir kriter olarak Rahşan Ecevit’ten
gelen bir açıklama vardı orta yerde! Rahşan Ecevit ki, DSP’nin
kurucu genel başkanı idi. Eşinin
siyasi yasaklı olduğu dönemde DSP’yi kurarak siyaset sahnesinde yer edinmişti.
Rahşan Ecevit “Eli kanlı katillerle hükümet kuramayız!” diyerek ülkücülerle hükümet etmek istemediklerini belirtmişti. O nedenle doğal olarak Bahçeli’den beklenen de, DSP ile hükümet kurup başbakan yardımcılığına talip olması yerine, sağda başbakan olarak hükümet kurması yönünde idi. Şartlar da buna zaten müsaitti. Ama öyle olmadı. "Muhtar olmak yerine aza olmayı tercih etti!" mizahları yapılmaya başlanmıştı...
Her darbe sonrası siyaseti yeniden dizayn eden o gizli el, doğal işleyişi bozuyor siyasi hayata estetik operasyon yapıyordu. Hiçbir şey değişmiyor AnaSol-D hükümetinin protez bacağı D (rolünü tamamlamış olan şemsiye amblemli DTP) yerine estetik operasyonla M monte edilerek DSP, ANAP ve MHP arasında kurulan AnaSol-M koalisyon hükümeti, TC’nin 57. Hükümeti olarak kuruluyordu.
28 Şubat kararları harfiyyen
uygulanıyordu. ABD’den getirilmiş/gönderilmiş Kemal Derviş hükümetin de üzerinde bir güç gibiydi. Kurtarıcı
görüldüğü gibi darbelerin arka planındaki ABD’nin temsilcisi gibi de
görülmekteydi. O şu yasalar çıkacak diyor, hükümet şak diye önüne koyuyordu.
Çünkü ülke ekonomisi batık, bankalar bizzat sahiplerince içi boşaltılıp
soyulmuş durumda idi. Dolar almış başını gidiyor. İçerden birileri generallere
“Paşam paranızı dolara çevirin!” tüyoları vererek üstünlerin kaybetmesini bir
yana bırakın, kat be kat zenginleştirilmesine çanak tutmaktaydı. Ekonomik
yasalar yanında ‘Uluslararası tahkim yasası, yerli
tohumunun yasaklanıp sertifikalı tohuma geçiş yasaları’ çok dikkat çekiciler arasında idi…
Üstüne üslük Gölcük merkezli 7,4
şiddetli tarihimizin en yıkıcı depremi olarak kayıtlarımıza girmiş 17 Ağustos
Depremi de nüfusun çoğunluğunun yaşadığı Marmara bölgesini vurmuştu!
İsmet
İnönü’den
CHP genel başkanlığını devralmış Bülent
Ecevit, CHP’nin bölücü terör örgütü temsilcileri ile birlikte seçimlere
girmesinden ve marjinal bütün sol oyları almak için ne kadar militarist sol
fraksiyonlar varsa onlarla arasına mesafe koymamış olmasından rahatsızdı. O
nedenle CHP’den ayrı bir partide yer almak için eşine DSP’yi kurdurmuştu. Sol
aydınlar ve gazeteciler tarafından sol oyları bölmek ve Atatürk’ün partisine
ihanet etmek vebali ile eleştirilse de, tınmıyordu. Sonuçta geçmişte başbakanlık
yapmış ve “kara oğlan” olarak
siyasette yer edinmiş güçlü bir liderdi, ama artık yaşlanmıştı da... DSP’nin kurucu lideri olan eşinin
ağırlığı da siyasette hissedilirdi. Örneğin eli kanlı katiller açıklaması için -özür
dilemesi- istenip en azından ülkücü tabanın karşısında -Bahçelinin karizması
çizilmesin ve o şekilde koalisyon kurulsun- talepleri kendisine iletilse bile, ABD’nin
kendi eşine yaptığı jesti, o ülkücülere yapmamıştı. Ona rağmen koalisyonu kabul
eden Bahçeli, ceketinin önü düğmeli uysal bir çocuk edasıyla Ecevit’in yanında
yer alıyordu. Diğer yanında ise tecrübeliyim pozu veren Mesut Yılmaz konumlanıyordu. Artık 'üçlü zirve' manşetleri atılacaktı! Türkeş gibi karizmatik bir liderin yanında sürekli sönük kaldığı
ve beklenmedik bir şekilde kendisini, tahmin etmediği yerlerde bulduğu için ‘Bahçeli Ecevit’i
Türkeş zannediyor!’ siyasi mizahlarına bile konu ediniyordu.
Rahşan Hanım o ağırlığını, siyasi
tarihimizde “Rahşan affı” olarak yer
edinecek mahkumlara yönelik af kanunu çıkarttırmasıyla, daha sonra tekrar
hissettirecekti. 1980 sonrası cezaevlerinde yatan sol mahkumların serbest,
ülkücü mahkumların ise içerde kalmasına neden olacak bir düzenlemenin açık
kahramanı olması nedeniyle…
Kaderin cilvesi işte; ürkekler diye
tanımlanmış FP ve erkekler diye oy
istenip meclise girmiş MHP’de birer tane başörtülü kadın milletvekili
vardı ve bu da bir ilkti! Ülke ekranlara kilitlenmiş Mecliste milletvekili
yemin törenini bekliyordu! Yemin töreni il sıralamasına göre yapıldığı için ilk
önce MHP Antalya milletvekili Nesrin
Ünal kürsüye gelecek ve yemin edecekti. Halkımız acaba ne olacak başını
açacak mı, kapalı olarak mı yemin edecek diye beklenti içindeydi. Ve beklenen
an gelmiş, millet soluk soluğa ekranlara kilitlenmişti! Nesrin Ünal başörtüsü ensesine
doğru, geriye sıyrılmış bir şekilde kürsüye geldi. Milletvekili yeminini
etti ve yerine geçti… Üst kattaki localarda töreni izleyen askeri erkan, -işlem tamam- dercesine kamaralara poz
vererek sonu beklemeden meclisi terk etti…
Yemin sırası İstanbul’a gelmiş ve FP’nin
başörtülü kadın milletvekiline yaklaşıyordu. O zamana kadar meclis genel
kuruluna girmemiş olan Merve Kavakçı,
bir grup arkadaşıyla birlikte salona girdi. DSP’li vekillerce homurtular,
yuhalamalar başladı. Ve hep birlikte ayağı kalkarak ‘Dışarı, dışarı’ sloganları eşliğinde alkışlı bir protesto
devredeydi. Yine bir kadın mağduriyeti ve hakaretleri son derece aşağılık bir görüntü ile mecliste yaşanıyordu. Şimdi nasıl bazı kesimlerce ‘Ak
Parti Tokat milletvekili Özlem Zengin, tahammülü zor ve son derece yakışıksız
açıklamalar yapıyor!’ şeklinde değerlendiriliyorsa, o dönemde ise manzara işte öyle
idi. Sonuçta kürsüye gelen ve cebindeki
kağıdı çıkarıp yazılı notları okuyan son derece beyefendi ve kibar olan yaşlı Ecevit, birden aslan kesilmiş “Bu kadına haddini bildirin. Burası
Cumhuriyete meydan okuma yeri değildir!” diye bağıracaktı!..
Kime sesleniyor, belli değildi?
Zira orası meclis ve içerde polis yok, asker yoktu. Güvenlik, milletin temsilcileri
olan vekillerin kendi sağduyuları idi. Üstelik duvarında “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” sözü yazıyordu ve sonraki
süreçte yıllardır da, başörtülüler mecliste idi işte. Hatta o Merve Kavakçı, ABD vatandaşı(!)
olmasına rağmen, bugün TC Devletinin Kuala
Lumpur büyükelçisi idi. Ama herkes üzerine düşen ve kendisine biçilen rolü
oynuyordu…
Ülkeyi erken seçime götürecek açıklamaları hep kendisi yapan Devlet Bahçeli, o açıklamalardan birini ilk ve son kez, yapması gerektiği yerde yapsaydı; bugün ne Ak Parti diye bir parti olur, ne de ABD’nin bu denli müdahaleleri ile karşı karşıya kalırdık! Ama yine olmadı. Yapmadı 'Bilge(!) lider' Bahçeli... Neydi O?
Nesrin Ünal’a başını açtırmayıp “Milletin iradesinin üzerinde güç
tanımıyorum. Bize milletimizin yeterince destek vermediğini düşünüyor ve
yeniden sineyi millete dönmek için erken seçim istiyorum.” deseydi,
bakın ülkede neler oluyordu? Ama o da planlanan oyunun siyasi aktörlerindendi.
Bu görüşümü destekleyen bir hamle ile kısa süre sonra bir kez daha karşımıza
çıkacaktı.
1999 seçimleri sonucunda şekillenen
meclis, içinden AnaSol-M hükümetini çıkardığı gibi, aynı zamanda yine içinden
veya dışardan ülkenin 10. Cumhurbaşkanı
seçecek bir meclisti! Çünkü o dönemde Süleyman Demirel’in yedi yıllık görev
süresi doluyor ve Cumhurbaşkanını meclis seçiyordu. Bülent Ecevit’e kendisinin aday olması teklifi götürülüyordu. Fakat
kendisi Lise mezunu olduğu için mevcut yaslara göre aday olamıyordu.
Aslında teklifi götürenler, aday olamayacağını da biliyorlardı fakat yasayı değiştirmeyi teklif ediyorlardı. Olur muydu? Ülkede
olmayacak hiçbir şey yok gibiydi ama Ecevit o yolu tercih etmedi.
%47’lik oy dağılımı ile mecliste
temsil edilen sağ partiler (MHP, FP, ANAP, DYP) kendi aralarından bir
cumhurbaşkanı çıkarabileceğine inanıyorlardı. O yönde çalışmalar başlatmış ve
üzerinde uzlaşılabilecek bir aday arayışı içindeydiler. Tabi bu çalışmalara
Devlet Bahçeli ile başladılar, kendisi üniversite mezunu olduğu gibi doktor
ünvanlı akademik titri de vardı. Yine yanaşmadı!..
Daha sonra MHP Aksaray milletvekili
Sadi Somuncuoğlu üzerinde anlaşmaya
varıldı. Elbette yine Bahçeli’ye rağmen… Bahçeli
ne yapıp etmiş, Somuncuoğlu’nun adaylığıyla ülkücülerin Cumhurbaşkanı olmasını
da engellemişti. Hatta tabiri caizse tetikçiliğini de şimdi partisinden
ayrılmış olan Cemal Enginyurt yapmıştı.
Belki yumuşama olur diye son ana kadar bekleyip dilekçesini vermek üzere akşam
saatlerinde Meclis bahçesine giren Sadi Somuncuoğlu’nun aracına darp
uygulayan Cemal Enginyurt ve bir kısım arkadaşı üzerinden seçilmesinin
imkansızlığını gözler önüne sermişti.
Tam bağımsız, yerli ve milli
olamamış kukla ülkelerde darbelerin siyaseti nasıl dizayn ettiğini görüyorsunuz
değil mi Z kuşağı yavrucuklarım?
Sonuç olarak TBMM, kendi rüştünü
gösterememiş ve yeniden dışardan adaya mahkum olmuş konumunda idi. Çünkü sekiz
ve dokuzuncu cumhurbaşkanları olan Özal
ve Demirel hariç, öncesinde hep TBMM
dışından ve genellikle asker kökenli seçilen cumhurbaşkanlarımız vardı.
Cumhurbaşkanlığı ve köşkünün
bulunduğu Çankaya, siyasi tarihimizde çok önemli bir yer olarak kabullenilirdi.
Oysa sembolik bir makam, fakat siyasetten uzak ve halkın tüm kesimlerini
kucaklayan yapısı yanında devletin temsil makamı da olduğu için aynı zamanda
onurlu bir makam idi. Yetkileri çok fazla ama sorumluluğu yoktu. Seçimlere
girmiyor, hükümet etmiyor, kararlar onun imzasıyla onaylanıyor ya da veto
ediliyordu. Buna rağmen seçimlerde halk faturayı siyasi partilere ve liderlere
kesiyordu. Bu yönüyle hep eleştirilen, zaman zaman ülkede krizlere neden olan
bir makam idi de... Lakin sol kesim ve sol aydınlar orayı son kale olarak
görüyor ve Cumhuriyetin emniyet supabı olarak değerlendiriyorlardı. Sorun,
aslında kamplara bölünmüş olan ülkenin çeşitli kesimleri arasında yer alan
tarafların birbirlerine olan güvensizliklerinde yatmakta idi.
Bugün kurumları ele geçirelim
mantığıyla hareket edilerek liyakat yerine sadakat temelli bir bürokrasi
kadrolaşmasının ne kadar haksız ve yanlış sonuçlar doğurduğunu daha iyi
görmekteyiz. Ama o günün şartları ön görülerimizin önünü tıkamaktaydı!
Ecevit’in önerisi ile AYM başkanı,
hukukçu Ahmet Necdet Sezer 10.
Cumhurbaşkanı adayı olarak meclise sunuldu ve Mecliste seçilebilecek oy
rakamına 3. tur oylamaları neticesinde ulaşarak, ilk kez hukukçu bir Cumhurbaşkanı oldu.
Hukuk herkese lazımdı!
Hayati Yaman
Yorumlar
Yorum Gönder
Lütfen yorumlarınızı bizimle paylaşınız. Yorumlarınız bizler için çok değerli. Onaylama işlemi zaman alabilir. Hakaret içeren yorumlar onaylanmayacaktır.