KANATLI ÇİZMELER

 

                                                  


 1856’da Avusturya sınırları içerisinde Sırp bölgesi olan Smiljan’da fırtınanın, gök gürültüsünün otoritesini derinden hissettirdiği bir günde doğmuşum. Doğumuma yardımcı olan ebe, bakışlarıyla annemi hedef alarak “Müjdeler olsun! Bu bebek fırtınanın oğlu olacak!” demiş. Çözümü olmayan “hayat” adlı denklemde kader yazgımı daha o gün o sahnede bilgece öngören annem Djuka, kendinden emin bir üslupla ebeye “Hayır!.. O, ışığın oğlu olacak!” diye karşılık vermiş.

 Babam Milutin, Harp okulundan mezun olmasına kısa bir süre kala Ortodoks papazı olmaya karar veren ahlâkçı bir adamdı. Sizlere çılgınca gelebilecek bu karar, aile üyelerimiz için yemek sonrası kürdanla diş kurcalamak kadar sıradandı. Yöremizdeki terziler, âdeta soyumuzdaki erkeklere papaz cübbesi ya da subay üniforması dikerek hayatlarını idame ettirirlerdi. Kim bilir belki de babam, tanrının evine profesyonel bekçi olmayı; bir kaleye, askeri bir birliğe muhafız olmaya yeğlemiştir.

 Ailemizin altın çocuğu olan ağabeyim Dane, olağanüstü bir hafızaya ve hayal gücüne sahipti. Gerçi onun retinasında çakan şimşeklerden, gözünün önünde beliren birtakım görüntülerden benim dünyamda da fazlasıyla mevcuttu. Ancak annem ve babamdan oluşan bilim kurulu, evimizdeki dehâ kontenjanını ağabeyim ile sınırlayıp mucitlik patentini yalnızca ona tahsis etmişti. Keşke, ikimizi birden içine doğru çeken bir ışığın varlığından haberdar olsalardı. Dane ile bana yeni bir şey için ilham geldiğinde kendimizi yıldırım çarpmış gibi hissederdik. Bunu bir epilepsi nöbetine veya halüsinasyona yormayın. Tabiatın gizlerini açığa çıkarmaya çalışan her kâşif tasarımcı bu tip şeyler sergiler.

 Tüm canlıların evrenin çarkında iç içe geçmiş dişliler olduğunu düşünürüm. Ağabeyim, bir Arap atından düşerek boynunu kırdığı gün, artık o, bu çarkın bir dişlisi değildi. Onun ölümüyle gölgelenen çocukluğum oldukça sancılı geçti. Babam, geriye kalan tek oğlu olan beni ısrarla rahip olmam üzerine yetiştiriyordu. İkircikli bir kişiliğe sahip olmam, onun üzerimdeki tahakkümünü arttırıyordu. Beni engelleyen ne idi? Dini eğitim alıp her vaaz öncesi teatral bir ses tonuyla konuşma provası yapan sıradan bir rahip olabilirdim. Güzel bir eşim boy boy çocuklarım olurdu. Azıcık aşım, kaygısız bir başım olurdu. Peki, beni mekanik, fizik ve matematiğin içine çeken güce karşı ne yapabilirdim? Annemden öğrendiğim “hayatı kolaylaştırma ve ailesine yetebilme” dürtüsüyle nasıl başa çıkabilirdim?

Tabi ki, başa çıkmadım. En manidar yenilgimi alıp küçük yaşlardan itibaren kendisi için yanıp tutuştuğum mühendisliğe yöneldim. Yalnızlığa terk edilmiştim. Mucitliğin sırrının dış dünyanın seyrinden ziyade içe bakışta olduğunu o yaşlarda nereden bilebilirdim ki? İçimdeki âlemde nice şehirler nice ülkeler keşfettim. Orada pek çok insanla tanış olup yeni dostluklar kurdum. Bu arada Dane’nin hayaleti beni soluklanmadan takip ediyordu.  Babamın benim cepheme attığı havan toplarının tahribatı aralıksız sürüyordu. Nihayet son cephem olan - içine ruhumu sığdırdığım- bedenim hastalanıp yataklara düştü. Öyle ya! İstemediği bir şeye zorlanan hangi insanın yaşam enerjisi saç tellerinden iliklerine dek çekilmezdi ki?  Tıp biliminin o güne kadar çözüm bulamadığı bir hastalığın pençesindeydim. Şifası vardıysa bile ben tedavi olmayı reddediyordum. Mühendis olma talebim veto edildiği müddetçe ben de bu hayatı yaşamak istemediğimi dile getirdim. Babam, altın çocuğunu kaybetmiş bir baba idi. Beni de kaybetmeyi göze alamadı. “Hayata tutunursan seni Politeknik’e kaydettireceğim.” dedi. Acaba peşinen bedenime yapışan bu marazı taksit taksit üzerimden atabilecek miydim? Ben, hayatım ve amacım(?) hakkında aslında bir kumar oynamıştım. İki türlüsünde de kazandığım bir kumar…

 En büyük aşkım elektrikti. Çöllere, karaya, havaya hükmedebilmek; kablosuz iletişim, akıl hastalarının tedavisi…   gibi insanoğlunun yararına olabilecek her şeyin temelinde onu görüyordum. Hakkında bildiğimiz şeyler çok kısıtlıydı. Onunla ilgili okuduğum binlerce makalede, tıpkı başımıza çektiğimiz battaniyenin ayaklarımızı açıkta bırakması gibi, yine bir şeylerin dışarda kaldığına tanık oluyordum. Olduğum yer bana yetmiyordu. Belki de ilerlemek benim için bir saplantıydı. Öyle hızlı koşmalıydım ki, zaman hep benim ardımda kalmalıydı. İnsanlara çalışmalarımdan bahsettiğimde sadece onlara bakıyorlar ama görmüyorlardı. Ah! Bir görebilseler belki de  “fark etmek” gibi yüce bir makama ereceklerdi.

 Uyanık kaldığım tüm saatleri bir sarraf hassasiyetiyle düşünmeye adamıştım. Peki, fikir işçiliği çalışmak kategorisinde yer alabilir miydi? Eğer öyleyse, ben dünyanın en emektar insanı olabilirdim. Elimde icatlarıma dair ne bir çizim mevcuttu ne de üzerlerinde deney yaptığıma dair bir kanıt. Ruh köklerinde, okul sıralarındayken resim derslerinde aldığım, yerlerde sürünen notlarım yatabilir. Çarkları, bobinleri, makineleri öncelikle sahada değil, hep zihnimde çalıştırdım. Karavana attığımı hiç anımsamıyorum.  Böylece para, enerji ve emek kaybına yol açabilecek tüm delikleri tıkıyordum.

 Bir gün Goethe’nin Faust’unu okurken aklımda gerçek manada bir şimşek çaktı. Tüm caddeleri, şehirleri hatta tüm dünyayı ışıl ışıl edebilecek bir şimşek… Elime bir sopa alıp olduğum yere alternatif akım şemasını çizdim. Bu işi kökünden halledecektim. Yahut bir saç kurutma veya bir tost makinası icat edip dolar milyarderi olmayı mı seçseydim? Elbette hayır! Ben, tabiat güçlerini ehlileştirip dünyayı genişletmek gibi kutsal bir ülkünün peşinden koşuyordum. Bir ölümlü için uzun sayılabilecek hayatımın hiçbir kesitinde pahalıya satılacak kadar ucuz biri olmadım.

 Beni algılayabilecek yegâne dehânın Thomas Edison olduğuna inanıyordum. O, benim için âdeta Olympos’un Zeus’uydu. Aralarındaki tek fark Edison’un kullarına New York’tan seslenmesiydi. Onunla tanışmak için sabırsızlanıyordum. Okyanus aştığım yorucu bir yolculuğa çıktım. Amerika’ya, Edison’a elimde; “İki büyük adam tanıyorum, bunlardan biri siz, diğeri de bu genç adamdır.” şeklinde yazılmış bir tavsiye mektubuyla gittiğimde  “Alternatif Akım” projemin patentini çoktan almıştım. Ayda bir banyo yaptığı etrafa yaydığı kokudan anlaşılan sarkık kulaklı, ölgün saçlı bu tanrı bana; insan eti yiyip yemediğimi sordu. Demek ki, kendisinden bile ilkel görünüyordum. O cümleden sonra onu Olympos’tan biz ölümlüler katına ışık hızında indirgemiştim. Beni işe almayı tek bir şartla kabul edeceğini söyledi. Talep ettiği şey meşakkatliydi ama imkânsız değildi. Çünkü İmkânsıza benim hayatımda yer yoktu.

 İşe alındım. Ama özgür değildim. Çalışmalarım onun istediği bir şekilde ilerlemek zorundaydı. Prangalarımı, zincirlerimi kırmak istediğimde ise koşullarım henüz olgunlaşmamıştı. Zamanla beni kendisi için potansiyel bir tehdit olarak algıladı, iğneleyici cümleler kurdu, herhangi bir yatırım yapmadı. Belki de onun nazarında derin uykusundayken kendisinden kutsal ateşi çalan Promethe’ydim. O halde beni Kafkas dağlarına sürüp ciğerlerimi yırtıcı kuşlara parçalatacaktı.  Yine sert bir kayaya toslamıştım. Peki, benim lügatimde vazgeçmek kelimesine yer var mıydı sizce?

 Nereye başvursam kapılar yüzüme kapanıyordu. Zira piyasa Edison’un elindeydi. Bilimsel bir çalışmanın ayakta kalabilmesi, finanse edilmesine bağlıydı. Aldığım patentlerin kullanımına izin veriyor oluşum beni beş parasız bırakıyordu. Olsun, ben insanlığın sâdık bir hizmetkârıydım. O denli çaresiz kalmıştım ki, bir şirkette çukur kazıcısı olarak çalışmaya başladım. Şirket sahibi adımı, çalışmalarımı öğrenince yatırım yapma kararı aldı. Sevinçten havalara uçuyordum. Böylece Alternatif Akım projemi tüm Amerika’ya tanıtma fırsatı bulacaktım. Dane’in imgesi zihnimde yavaş yavaş kayboluyordu. Sizce yaşadığım parasızlıklara, depresyonlara, başkaları tarafından anlaşılamamış olmaya değmedi mi? Bence fazlasıyla değdi.

 Hayatımın son anına dek çalışmalarım yağmalandı. Beni asıl üzen fikirlerimin çalınması değildi, onların herhangi bir fikirlerinin olmamasıydı.

 Güçlü ve barışçıl bir dünyanın hayalini kuruyordum. Savaşlardan, soykırımlardan, kitle imha silahlarından nefret ediyordum. Elektrik sebebiyle ölen binlerce insan gördüm. Bin volt insan için ölümcüldü. Kablosuz elektrik için çalışmalara başladım. Vücudumdan iki yüz bin volt elektrik geçirdim. Çevremden büyücü olduğuma dair cümleler işitmeye başlamıştım. Onları bilim yaptığıma ikna etmek biraz zamanımı aldı.

 Bu yaşına dek birçok depresyon, finans sıkıntısı, annesinden işittiği ve peşini bir türlü bırakmayan cinli, perili hikâyelerle beslenen ben –Nikola Tesla- tüm bunları paylaşabilecek bir hayat arkadaşına sahip değildim. Bir ressam, bir şair ancak bir kadından ilham alıp paha biçilemez eserler ortaya koyabilirdi. Oysa ben tutkulu bir mucittim. Ruhumu bir kadına adadığımda elimde bilimin heybesine koyacak hiçbir şey kalmayacaktı.

 Temiz ve sınırsız enerjiye dönük faaliyetlerim aralıksız sürüyordu. Çocukluğumdan beri rüyalarımı süsleyen Niagara Şelalesi’ne bir hidroelektrik santrali kurmak için gerekli parayı buldum. Ve Buffalo şehrini tamamen aydınlattım. Ardından New York’u elektrikle tanıştırdım. İnsanlara dokunup yaşamlarını bir parça kolaylaştırabildiğim her an, annemin silueti gözlerimin önünde beliriyordu.

  İşler her zaman yolunda gitmiyordu. Sayısız patentim olmasına rağmen kullanım izni tanıdığım için ekstra bir gelir de elde edemiyordum. Öyle ki, işin içine hükümetler dâhil olmaya başladı. Toplumsal reformcu peder Milutin’in oğlu olan ben, barışçıl bir dünya isteyen Nikola, kendimi harp silahları tasarlarken buldum. Daha doğrusu buna zorlandım. Para kazanma hırsı bazı insanların gözünü kör etmişti. Nefretlerini elektriğe dönüştürebilseydim eğer, dünya adlı gezegenin hiçbir zaman karanlıkta kalmayacağını düşünüyordum. Bu, yapacağım son iş olacaktı, belki de yapamayacağım tek iş. Tüm kazancımı yeni çalışmalara aktardığımdan elimde avucumda hiçbir şey kalmıyordu. Bırakın birikim yapmayı, evim diyebileceğim bir dört duvarım yoktu. Otellerde yatıp kalkıyordum.

 Hiçbir zaman kitle imha silahı yapmadım. Ben kardeşlik, barış istedikçe beni aforoz eden eli kanlı bu dünyaya, bir süre sonra yanaşamadım. Benim yüzümden annesiz babasız kalabilecek masum çocukları düşündükçe daha da kapandım iç âlemime.

   “Çocukluk aşkın elektriği hayatının sonbaharında tam manasıyla betimleyebiliyor musun?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. O yaşlarda da onun ne olduğu konusunda kendi kendime sorular sorar ancak birçok soruyu cevapsız bırakırdım. Tanrı gibi rengi, kokusu ve şekli olmayan bu şeye dair zihnimdeki soru işaretinin çengeline bugün de bütün dağları assalar çekebilir.  

  Doksan yaşına merdiven dayamış bîtap düşmüş bir beden, bilhassa da kalp ile son demlerimi yaşarken Evren’in gizlerini merak ediyordum. Örselenmeyen tek şey, düşünme yetimdi. Bir otel odasında tek başıma bu dünyadan göç ederken akranlarımdan her anlamda yoksul görünebilirdim. Asla değildim. Benim tek gayem bilimdi. Onunla tıka basa dolu bir yaşama  “Elveda!” derken sizlere söyleyebileceğim son kelimelerim şunlardır: “Doğal yatkınlıklarınızı güçlü bir arzuya dönüştürdüğünüzde,  amacınıza doğru kanatlı çizmelerle yol alırsınız. Ve şunu asla unutmayınız ki, başarısız olsak bile çabalarımız boşa değildir… ”


Fırat KÖKLEN

( Ayarsız Dergisinde Yayınlanmıştır )


Yorumlar

  1. Kalbimde hissettim ve bir an elektrik kesintisi yaşadım hocam. Elinize, zekanıza sağlık...

    YanıtlaSil
  2. Teşekkürler Enescim, senin de emeğine sağlık.

    YanıtlaSil
  3. etkileyici bir biyografi idi Fırat hocam. Neredeyse herkes, tanrılaştırırcasına Edison'u bilir ve biraz da çakma elde edilmiş hakkını teslim eder ama ondan içeru bir Tesla olduğunu bilmez...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Lütfen yorumlarınızı bizimle paylaşınız. Yorumlarınız bizler için çok değerli. Onaylama işlemi zaman alabilir. Hakaret içeren yorumlar onaylanmayacaktır.

Popüler Yayınlar