SESLE KIRILAN PUTLAR DÜŞER Mİ?
Bundan yaklaşık 4000 yıl önce; bir yakasında
Fırat, diğer yakasında Dicle’nin lirik bir şiir gibi çağlayıp aktığı “Ur”
kentinin kundağına doğmuşum. Sizlere henüz Urfa’nın esâmesinin okunmadığı
yıllardan bahsediyorum.
Babiller, Asurlar, Akadlar… gibi kadim
kültürlerin birbiriyle kucaklaştığı bu coğrafya, pek çok bilimin ve icadın anavatanıydı.
Alışverişte, para niyetine arpa tanesinin kullanıldığını anımsıyorum. Sümerler,
ağızdan çıkan sözlere ölümsüzlük bahşedebilmek için onları bir el
büyüklüğündeki tabletlere ucu sivri gereçlerle yazarlardı. Kral Hammurabi ’nin
çıkardığı yasalar, bundan binlerce yıl sonra bile- temel hak ve özgürlükler
adına -insanlığa kılavuzluk edecekti. “Işık doğudan yükselir.” cümlesi âdeta bu iklimle ete kemiğe bürünmüştür,
diyebilirim.
Tabiat kuvvetleri, halkın nazarında ilahi bir kimlik
taşırdı. Örneğin: Ay tanrısına Sin, hava tanrısına Enlil, yeryüzü tanrıçasına Ki,
güneş tanrısına Nur Adud demişlerdi. Gök tanrısı Anu ve gökteki yıldızlar
sayısınca daha nice tanrı; ellerinde bir bıçak, insanların kalplerini bin
parçaya bölmüşlerdi sanki. Her bir parça kutsanıp ait olduğu ilaha adanırdı.
Ha! Bu arada toplum, ecel zili kendilerine çalınıncaya dek ölümsüz olduklarına şahit
olduğum Nabukednezar, Nemrut… gibi tanrı-kralların nefeslerini her an ensesinde
hissederdi.
Zigguratlar, bu politeist toplumun tapınaklarıydı.
Tanrılar, bu evlerde yaşarlardı. Onca
insanın bitmek tükenmek bilmeyen taleplerine koşuşturmak, tanrı bile olsanız
sizi örseler. Ve onlar, günün yorgunluğunu bu lahuti mekânların dinginliğinde
atarlardı.
Zigguratlar,
hasat mevsiminin ilk ve en seçkin ürünleriyle bir dolup bir boşanırdı. Öyle
ya! Tanrılar, zinde kalabilmek için dengeli beslenmeliydiler. İnsan yığınları,
karınları doyan tanrılara sakat ve hasta yakınları için çokça dua edip, ihtiyaç
listelerindeki maddelerin bir tekini bile sektirmeden arz ederlerdi. Pek tabi
ki, bir mabet bekçisiz düşünülemez. Rahipler: Bu yapıların kuş uçurtmayan
muhafızlarıydı.
Tanrıların katında kayda değer yer edinmenin yollarından
biri, kurban merasimiydi. Zira tanrılar kana susamışlardı. Susuzlukları öyle
kolay dinmeyecekti. Bu ritüel, bazen sunaklarda
hayvanları yakmak bazen de onların kanını akıtmak şeklinde gerçekleşirdi. Kurban
hayvanı en sağlıklı, en besili cinsinden olmalıydı. Marazlı olanı sunmak, hem ilahların şanına
indirilen bir darbe hem de öfkelenmeleri için yeterli bir sebepti. Çok sık
yaşanmamakla birlikte sunaklar, insan kanının oluk oluk akıtıldığı mezbahalara dönüşebiliyordu.
Böyle kaotik bir ortama doğan ben, küçük
yaşlardan itibaren “ Bir tanrıya inanmanın primitif zihnin bir icadı mı yoksa
insan türünün varoluşsal bir ihtiyacı mı?” olduğuna az kafa yormadım. Muhakeme
gücüm ve dini duyarlılığım oyumu her zaman ihtiyaçtan yana kullanmama neden
oluyordu.
Ailem, sosyoloji ilminin
“Çekirdek” diye betimlediği bir yapıdaydı. Annem Ûşa, babam Âzer’e karşı oldukça ilgili
bir eş; bana, kardeşlerim Nahor ve Haran’a karşı da şefkatte sınır tanımayan
bir kadındı.
Babama gelince, ona “Tareh” diye hitap
edenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çoktu.
Tareh, Fırat vadisinin yeşile boyandığı günlerde önüne kattığı koyun
sürülerine çobanlık yapardı. Bu işten
elde ettiği kazanç, dişinin kovuğuna bile yetmezdi. Akıllı adamdı. Getirisi yüksek,
damarı tükenmeyen bir maden arayışındaydı. Aslında bu cevhere Kaf Dağı kadar
uzak değil, bilakis parmaklarının ucu kadar yakındı. Keşif süresi uzun sürmedi.
Çünkü yaşadığı toplumun yerleşik inançları ve gelenekleri bu rezervin bir an
önce çıkarılmasını emrediyordu. Evet, o; ağaçlara, taşlara istediği şekli
vermekte mahir bir heykeltıraştı. Evimizin arkası ilah yaratma atölyesine dönüşmüştü.
Mengeneler, keskiler, çekiçler, törpüler… Paranın miktarına göre onların elleri, bal rengi
gözleri, ince ayak bilekleri ve hatta kudreti yontuluyordu. İlahların vücut ve
bekâsı babam Tareh’in, kardeşlerim Nahor ve Haran’ın el becerilerine mahkûmdu. Ah!
Yonttuklarının içine bir de ruh zerk edebilselerdi.
Aslında toplumum, hakikatin değerini-politeist
inançlarının- ruh köklerinin çok eskilere dayanmasına ya da takipçi sayısının
fazlalığına göre belirlemişti. Oysa hakikat, değerini doğru bir kaynaktan
beslenip beslenmemesine ya da hakka sırtını yaslayıp yaslamamasına göre alırdı.
Ben, böyle bir tabloda neden yer almamıştım? Yerleşik
inançların ve egemen yapının koltuğunun altına sığınmak varken, ben niye ayak
diremiştim? Orada bir figür olmak daha konforlu değil miydi? Yalnızlığa mahkûm edilebileceğim hiç mi
aklıma gelmemişti?
Astronomi
ve metafizik konularında yetkindim. Bu yetkinlik, beni hem bir görünüp bir kaybolan
gök cisimlerine hem de yontucular elinde vücut bulan tanrılara karşı mesafeli durmaya
sevk ediyordu. Dışarıdan gelen birçok
sesin kirli gürültüsüne kulaklarımı tıkamıştım. Çünkü kafamın içindeki tek ses,
beni bir vakum gibi otoritesine doğru çekiyordu. Yoksa ayırdında olmadan cin
tasallutuna mı maruz kalmıştım? Hayır, hayır! Zihnimin içinde spirtüalist bir yolculuk
yapıyordum.
Ses, beni elçi olarak seçmişti. Beni sürekli
ikaz ediyordu: Yontuculuk, iflası mümkün olmayan kârlı bir iş sahasıydı. Onlara
prim verenler, kocaman bir yalanının değirmenine su taşıyorlardı. Önünde
secdeye kapandıkları nesneler ile çocuklarını oyalayan oyuncaklar arasında hiçbir
fark yoktu. Ses, putların kullarını kendisinden çaldığını düşünüyordu.
Dolayısıyla onları hakir görüp onlardan nefret etmekte haklıydı.
Ses, beni inşa ediyordu: O,tek başına
muktedirdi. Onun yanına ya da yerine başka bir ilah düşünmek gafletti. Kendisi
hem yaratıyor hem de doğru yola kılavuzluyordu. Oysa İlahlar ve suretleri,
bırakın bunlardan herhangi birini yapabilmeyi, kendilerini bile
savunamıyorlardı. Heykeltıraşın yonttuğu ince ayak bilekleri ne denli sahici
duruyordu. Ancak tek bir adım bile atmaktan acizdi. Ya! Bal rengi gözleri, delici
değil miydi? Ama önünü bile göremeyecek kadar çaresizdi. Ahmak yığınlar, ilahları
Zigguratlar ‘da arayadursunlar! Ben, onlara ne bir mabede girerken ne de bir
mabetten çıkarken rastlamıştım. Oysa yeryüzüne de gökyüzüne de sığmayan ses,
benim küçük yüreğime sığmıştı. Yüreğimi taşıyabildiğim her yere Onu da taşıyabilirdim.
Kafamdaki ses, kullarını nura davet ettiğini söylerken putlar, bu azgın
kalabalıkları nâra davet ediyordu. Ben, bir ücret ödemeden kafamdaki sese tutunup
ölümsüzlüğü satın alabilirdim. Oysa putlara tutunanlar, dünyaları onların
ayaklarının altına serip ancak ölen kalplerini defnetmek için bir çukur satın alabilirlerdi.
Ses, kullarını bir gün hesaba çekeceğini mıh gibi beynime çakmıştı. Ancak babam
ve kardeşlerim, bugün bana, tanrıların da hesaba çekilebileceklerini gösterip
mıhı çakıldığı yerden kanırtarak çıkardılar.
Bu ses; İsa’da cemal sıfatının, Vaftizci Yahya’da celal sıfatının
tecelli ettiği Tanrı’nın sesiydi.
Elimdeki
kesici aletle, yerel inançların altın yumurtlayan tavuğuna kastetmiştim. Bu senaryodan
payıma, üzerime alevden bir kostüm geçirip inançzedelerin sahnesinde
kıstırılmak düşecekti. Onlardan gelebilecek darbelere karşı kendimi savunabilecek
miydim? Yoksa yaptığım, cahillerin köşebaşlarını tuttuğu bu şehirde, koca
gövdemle bir karınca yuvasına sığınmak mıydı? Cehaletin sesinin yükseldiği hiçbir
sığınağın güvenli olmadığını bilmiyor muydum? Kafamdaki ses, beni daha önce
zihinsel bir yolculuğa çıkarmıştı. Bu kez ayaklarımı kullanıp yaşadığım şehri terk
etmemi istiyordu. Hâl böyle iken hayvanlarımı ve en sevdiklerimi alıp Ur’dan
Kenan’a yürüdüm. Bu yürüyüş, kendi ayaklarımla değil yüreğimin ayaklarıyla gerçekleşmişti
sanki. Oraya ulaştığımda yürüyen bir yürek kesilmiştim.
Bir
rüyanın en can alıcı sahnesindeydim. Çünkü kafamdaki ses, oğlumu kurban etmemi istiyordu.
Vücuduma yürüyen terin ıslaklığını tüm zerrelerimde hissettim. Titriyordum.
Yoksa sıtmaya mı tutulmuştum? Sunaklarda hayvan yakarak kurban ritüelini yerine
getirmişliğim çoktu. Ancak kanımdan kan, etimden et ciğerparemi nasıl boğazlayacaktım?
Kim bilir belki de içine doğduğum coğrafya; yaşanmışlıklarıyla, nefesiyle ve kalp
atışlarıyla bana en savunmasız anımda uykumda tesir etmişti. Teessürü o denli
güçlüydü ki yorumlamayı bir an bile düşünmeden koşulsuz onaylamaya teslim mi
olmuştum?
Odun yüklü eşeğimi, oğlumu ve en keskin
bıçağımı yanıma alarak Moriah Dağı’na doğru yola çıktım. Zira ortada yerine
getirilmesi gereken bir emir vardı. Yol boyunca beni takip eden oğlum, “Ey babacığım!
Bıçağın, ateşin mevcut, ya keseceğin hayvan?” diye sordu. “Üzülme oğlum, Tanrı
bize ihtiyacımızı gönderecek.” diyerek onu yanıtladım. Nihayet dağa ulaştık.
Ben, getirdiğimiz odunları sunağa yerleştirdim. Oğlumun ellerini bağlayıp onu
yüzükoyun sunağa yatırdım. Uzun, dalgalı saçları geriye doğru savruldu. Kuşağımdan
bıçağı çıkarıp tam oğlumun boğazına sürecektim ki, kafamdaki ses beni ikaz
etti. “İbrahim, oğluna kıyma. Ben senin takvandan ve sadakatinden emin oldum.
Sana gönderdiğim şu koçun kanını akıt!” Başı çalılara dolanmış o koçu elimdeki
bıçakla boğazladım.
Evet, ben kendisine Abum Rabum, Abraham,
Avram…diye de seslenilen İbrahim. Hanifliği ve tevhidi insanlığa miras bırakan üç
semavi dinin atası… Büyük bir heyecanla putları kırdığımı hatırlarsınız. Ancak halkım,
benden sonra koç heykelleri yontmakta hiç de geç kalmadı. Musa’nın kavmi,
elçileri Tur Dağı’na gidince Samiri’nin altın buzağısının önünde kendilerinden
geçip raks ettiler. Tarihi süreç içerisinde insanlar kimi zaman bir insanı
putlaştırdı kimi zaman da bir makamı put gibi oyup tüm ruhuyla ona tapındı. Som
altından eşyalar, son model arabalar… modern dünyanın teknolojiden oyulmuş
putlarıydı. İnsan, ister ağaçtan ister taştan ister titanyumdan olsun; kendine
her dönem bir put yaratabildi. Belki de
benim savaştığım putlar değildi. Putlaştırma güdüsüydü. Benim içimdeki sesten
onlarda da vardı ama onlar o sesi madden yaratıp tapınma isteğine boyun
eğdiler.
Ses, hiç susmadı, Put hiç yıkılmadı.
Fırat KÖKLEN
( Ayarsız Dergisinde Yayınlanmıştır )
Tekrar tekrar okudum hocam. İçinizde Fırat ve Dicle'den daha gür akan bir nehir olduğuna eminim. Ellerinize, zekanıza sağlık...
YanıtlaSilSes, bize varlığını duyursa da -hatta haykırsa da- kulaklarını hakikate sağır edenlerden ve Sesin varlığıyla yetinmeyip araya başka frekanslar karıştıranlardan olmamak ümidiyle...
Amin, teşekkür ederim Enescim.
YanıtlaSil