FAZLA YUMURTA

 


SİZDE FAZLA YUMURTA VAR MI ACABA?

Bizler tarih sahnesine çıkalı, yazılı kaynaklara göre, en az beş bin yıl olmuş. Ata yurdumuz Altay Dağları’nı her ne kadar başlangıçta yurt bellesek de bazen Çin ve yakın uygarlıklar, kimi zaman kuraklık, kiminde de yeni iller kurma, başka topraklara hâkim olma duygusu güdüler bizi. Ve asırlar boyu bitmeyen yolculuklar başlar: göçler…

Göçler elbette at sırtında olduğu kadar yürüyerek de gerçekleşmiş. Yürüyen Türkler “yörük” kavramının doğmasını sağlamış. Bu yolculuklar esnasında aynı obaya yakın çadırlara kısa veya uzun süreli konanlar yani konuşanlar da “konşı>komşu” olmuşlar.

Konuşmak, yani aynı obaya aynı anda konmak, kendini sözlü ifade etmek gibi hayati bir sözcüğün, konuşmak eyleminin de adı olmuş aynı zamanda. Demek ki konmalar, konaklamalar olmasaydı hep yürüyen, göçen fakat sözlü iletişim kuramayan bir millet olacaktık. :)

Birbirine yakın çadırlarda konan aileler kaçınılmaz olarak kuvvetli sosyal ilişkiler geliştirirler. Zorlu coğrafi şartlarda yaşama durumu, ortak düşmanlardan korunma konusunda güç birliğinin şart oluşu, aynı zamanda birbirlerine güven zorunluluğunu da beraberinde getirir. Bu, öteki için de güvenilir olma mecburiyetini de doğurur. Maddî, manevî, ahlakî anlamda…

Bu güvenin kurulması, birbirlerine karşı hak, görev ve sorumluluklarını bilmek ve bunları yerine getirmekle de ilişkilidir. Bu nedenle “Ev alma, komşu al.” denir. “Komşu hakkı, Tanrı hakkı…” olarak görülür. Komşu için kötü bir şey düşünülemez. Ev halkından biri gibi görülür. Onun yaşadığı/yaşayacağı olumsuzluklardan dolayı “Komşuna gülünmez, senin başına da gelebilir.”, “Hayır dile komşuna, hayır gele başına” denir.

Çadırlarda doğmuş ve bütünüyle kültürümüze sinmiş komşuluk ilişkileri asırlar boyu karşılıklı sevgi, saygı, hoşgörü çerçevesinde Türk toplumunda yaşamış, yaşatılmış, kuşaklar boyu korunan bu hassas değerler asla çiğnenmeyen kutsallarımız olmuştur.

Yoksa olmuştu şeklinde mi çekimlemeliyim bu eylemi, bilemedim.

Şimdilerde yenilen, içilen her bir şeyin fotoğrafını –zerre utanmadan- sosyal medyada paylaşan (paylaşan!), adeta düşman çatlatma modasının sorgusuz budalaları sarsa da ekranları eskiden durum tam tersi değil miydi Allah aşkına?.. Evde pişirilen bir yemek, bilhassa etrafa kokusu gitmişse, küçük bir kapla da olsa mutlaka komşularla paylaşılırdı. Dolu giden tabaklar, mutlak surette dolu dönerdi. O an hazırda bir yemek olmasa bile ya un ya şeker, hiç bilemedin tuzla doldurulup geri verilirdi. Boş yollamak ayıptı tabağı. Hem de evin bedi bereketi kaçmasın, denirdi. Hep birden yenip içilmenin rahatlığı ve lezzeti damaklardan gönüllere zirve yapardı.

Komşunun herhangi bir sıkıntısı karşısında “Bana ne ya, kendi sorunu!” deyip kapılar kapatılmaz, mahallece çözüm bulunmaya çalışılırdı. En azından sabır ve anlayışla dinlenir, derdini dökmesi sağlanırdı. Şimdilerde bu işi para karşılığı yapan psikologlar o dönemlerde olsa, eminim, müşteri bulamaz, aç kalırlardı.

Organik sözcüğünün bulunmadığı dönemlerdi. Her şey alabildiğine doğal ve tazeydi. Pazardan kasalarla alına mis kokulu domatesler doğranıp evlerin damlarına birkaç günlüğüne serilirdi. Ardından imece usulü toplanan mahalle kadınları her gün farklı bir komşunun salçasını ortaklaşa kaynatırlar, kimse üşenmez, komşusunun aşını, işini kendi işi bellerdi.

        Türkçede uzun zamandır kullanılmayan komşu kapısı yapmak deyiminin canlı olduğu zamanlardı. Sık gidilen yerler için kullanılırdı bu deyim. Çat kapı, teklifsizce gidilen komşular var mı şimdilerde Allah aşkına?!.. Hatta, kendinizi test edin lütfen. Hangi komşunuzu pat diye, bir anda eve almak istersiniz. Bırakın bunu, alt veya üst kattaki komşularımızın adlarını kaçımız tam olarak bilebiliyor ki?..

Bir zamanlar karşıdan karşıya analarımızın sohbet ettiği, sırası geldiğinde birbirlerine ev eksiklerini uzattıkları balkonları bile kalın camlarla kapatıp evin kullanım alanını genişlettiğimizi düşünürken yaşadığımız sosyal daralmayı, kendimizi içimize hapsettiğimizi görebiliyor muyuz?

Evimizin en güzel odasına “misafir odası” deyip; gelecek komşulara, konuklara ayırıp yalnızca onlar geldiğinde kullandığımız, başka zaman kullanmaya kıyamadığımız günler çok mu uzaklarda kaldı?

Hatırlarım. Beş altı yaşlarındaydım. Koskoca sokakta ancak iki hane alabilmişti televizyon adlı sihirli kutuyu. O zamanlarda Türk filmi olduğu akşamlar Kemal Amcalarda toplanırdık konu komşu. Hiçbirimiz de eli boş gitmezdik. Hazırda bir şeyi olmayan akşam yemeğinden ayırdığı bir tabak yemeği alıp içten bir tebessümle gelirdi film izlemeye. Demli çaylar, patlatılan mısırlar, kestane kebaplar, buram buram börekler… Ve de en acıklısından Ayşecik, Sezercik filmleri. Onları hep birlikte izlemenin tadını, günümüzün soğuk sinema salonlarındaki hangi 3D filmlerde bulabiliriz ki?..

Evde tuz bitse, yemeklik kuru soğan kalmasa, soluğu en yakın markette değil, en yakın komşuda alırdık. Bu o kadar doğal ve sıradan bir durumdu ki…

Zaten bana bu satırları yazdıran da bu alışkanlığı 2021 Türkiyesinde amatörce sürdürme isteği oldu:

Üst kata yeni taşınan komşulara “Hoş geldiniz, bir şeye ihtiyacınız var mı?” sözlerine karşılık aldığım soğuk karşılıkları başlangıçta taşınma telaşına yormuştum.

Geçenlerde evde acilen yumurta lazım olunca o an markete gitmek yerine o komşuya yolladım çocuğu. Hepi topu bir tek yumurtaydı. İhtiyaçları olduğunda da onlar bizden isterdi. Komşuyduk bizler ne de olsa… “Sizde fazla yumurta var mı acaba?” şeklinde soran çocuğa verilen cevabı duyduğumda dumura uğradı beynim ve “komşuluk” algısıyla birlikte ben de savruldum:

“Biz yumurta satmıyoruz. Sanırım yanlış zile bastın.”

 

Adem KURUN

Yorumlar

  1. Göçebe hayattan çadıra, çadırdan köy ya da mahalle evine, mahalle evinden apartman dairesine doğru yerleşik hayata geçişimizin tarihsel bir akışını da gördüğüm bu hikaye böyle hazin bitmeyecek inşallah. Ben de hikayeyi okuyunca, çocuğu alt komşumuza yumurtaya gönderelim, dedim eşime! O da olur mu, gitsin alsın marketten dedi! Beyin duvarların ilişkilerimizi soğutmasına, gönlümüzü betonlaştırmasına izin vermeyeceğiz inşallah. İşte bu dönüşüme direnelim değil mi Adem hocam? Elinize ağzınıza sağlık, kaleminize kuvvet sevgili kardeşim...🙏

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkürler Hocam, umarım küllenen değerlerimiz yeniden vücut bulur...

      Sil
  2. Çağımızın problemini, çok açık ve net bir anı ile anlatmışsınız hocam.
    "Globalleşme" milletlerin, ülkelerin sınırlarını ortadan kaldıran; iletişimi, haberleşmeyi kolaylaştıran bir şanstı bizim için. Ancak biz binlerce kilometre ötedeki insanlarla aynı anda aynı şeyleri görüp haberdar olurken aslında bireyselleştiğimizi fark edemedik.
    İnsan fıtratına uygun olmayan bu davranış, mutsuz suratlar görmemize neden oluyor. İletişim teknolojilerinin her türlü nimetinden faydalanırken en yakınımızdaki iletişimin önemini es geçmemek gerek.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkürler kardeşim. Eskiye özlem duymayacağımız günler dileğiyle...

      Sil
  3. Günümüz toplumundaki bireyselleşmenin açıkça göz önüne serildiği bir yazı olmuş, ellerinize sağlık...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkürler kardeşim. Umarım içilen o kahveler de hatırlar da nihayet bulmaz.

      Sil
  4. Yanıtlar
    1. Arada sırada bu tür msj'lar geliyor. Blog okuyucu kitlesinden takipçi kazanmaya çalışıyorlar...

      Sil

Yorum Gönder

Lütfen yorumlarınızı bizimle paylaşınız. Yorumlarınız bizler için çok değerli. Onaylama işlemi zaman alabilir. Hakaret içeren yorumlar onaylanmayacaktır.

Popüler Yayınlar