BİR KÖY, İKİNCİ KÜTÜPHANE



Alper kanepeye uzanmış, elinde kumanda ile televizyon kanallarını değiştiriyordu. İbrahim, elindeki tava ile içeri girdi. Kahverengiye boyanmış, zevksiz bir herifin, umursamadan dekor olarak kullandığı odada, tavayı masaya koymadan altına nihale görevi yapacak bir şeyler aradı. Dağınıklığın getirdiği bunalımla:

-Beyim, bir kalk da şunun altına bir şeyler koy he! Gerçi rahatsız da ediyorum Paşamı ama…

Alper, kalkarken kumandayı koltuğa fırlatarak:

-Aman be, iğrenç bir menemen için bana kırk sene tatava edeceksin.

Dedikten sonra, sehpanın üzerinde; içi dökülmeyi bekleyen kül tablasının yanında, üzerinde yıkanmak için yalvaran kahve ve çay bardaklarının yanındaki, Enes Coşgun’un “Türkiye İçin Devletçiliğin İlkeleri” adlı kitabını eline aldı:

-Al, koy üstüne.

-Yok mu başka bir şey, kitaba zarar vermeyelim?

-Koy, gitsin. Kitap fuarında beş liraya almıştım.

İbrahim kahvaltıyı çoktan hazırlamıştı. Üç ayaklı, eni boyuna eşit, altmış santim civarı tahta masanın üzerine tavayı koydu. İkisi de karşılıklı olarak sandalyeyi çekip oturdular. Burası Alper’in yeni eviydi. Bir anda bu zengin genç, minimalist -bu tabire de gıcığımdır- daireye taşınmıştı. İki oda, bir salondu. Üstelik bu sefer ev kiraydı.

İbrahim için sıradanlık Alper’e yakışmıyordu. Alper, onun için küçük bir ilahtı. Öyle bir özgüvensizlik vardı ki üzerinde, özgüvensizliğin tanımını bile yapacak haddi kendinde bulmuyordu. Bu yüzden başarılı insanları görünce, içinde kaçacağı bir boşluk yaratıyordu. Bilgili, görgülü birinin kelimelerini duyduğu an, kendi ağzından çıkanlar hiçe dönüşüyordu. Yarıştığı yarışta birinci olan onun küçük ilahıydı. Yarış onun için artık ilahı üzerinden yorumlanan bir gerçeklikti. Ne yaparsa yapsın, yarışının birincisini geçemeyeceğine, ilahının varlığından daha çok inanıyordu. Sadece yumurtaya koşan sperm ordusunda değil, her alanda küçük ilahları vardı İbrahim’in.

İşte, özgüvensiz insanların çaresizliği buydu!..

Tüm toplumun ise bu küçük ilahlar yaratan özgüvensizlikle, tek ortak noktası vardı. Bilginizden daha bilgili birisini bulduysanız eğer, tebrikler! Nur topu gibi küçük bir ilah yarattınız demektir.

Onun karşısında ne olursa olsun, ağzınızdan çıkan her kelime içinizde bir tedirginlik yaratacaktı. Dudaklarınız, kendini günah işlemiş sayacaktı artık. Ve tövbeler serisine kapılacaktınız siz. İlahların olduğu yerde ibadetler de lazımdı değil mi? Hani rasyonel olarak bu minik ilahlara şaşıramadığınız anlar var ya! İşte o anlar sizi bekliyordu artık, üzgünüm. Zira tanrınızla aranıza girmek istemezdim ben… Bu işin içinden çıkmak kime ne zarar verirdi? Bana veremezdi, İbrahim’e de. Ama bir sorun vardı ortada, hem de kocaman bir mesele! Nasıl eğitildiğiniz mesele olabilir miydi yoksa? Evet, canım. Sorunun tam da cevabı buydu işte...

İbrahim’in küçük ilahının Alper olmasının sebebi, Alper’in deneme sınavlarında başarıları, yazdığı kişisel bloğundaki makaleleri, katıldığı canlı yayınlar, daha lise yıllarında yardımcılık yaptığı felsefe söyleşileriydi. Onun karşısında fikir üretmeye bile çekiniyordu. Sınav senesi gelmişti. Alper, iyi bir hukuk fakültesi kazanacaktı, çok belliydi. Peki ya İbrahim? İbrahim neler yapacaktı? Her gün tepesinde, onu aptal olmaya inandırmaya çalışan sözde eğitimcilere karşı İbrahim, hangi başarıyı elde edebilirdi? Bu ezikliği kaldırmak istiyordu ama gücü yetmiyordu ki onun! O şartlandırma, o çaresizlik psikolojisinin ağır yükü eziyordu İbrahim’i. O da sığınacak tanrılar arıyordu belki de…  Güç devşirme ibadeti sonrası hırslanmak ve başarmak istiyordu her defasında. Yalvararak, yakararak istiyordu. İstiyordu, istiyordu…

-Alo, daldın gittin yine. Şşşt!

İbrahim elinde çatalla öylece durduğunu fark etti. Başını hafif kaldırdığında, televizyonda haberlerin aktığını, Alper’in sırıttığını gördü. Gözlerini açıp, kapattı:

-Biraz uykusuzum…

-Ne oldu, Feride Şadoğlu uyku vermedi mi?

-Ne?

-Feride diyorum, Şadoğlu.

-Sen yine benim telefonumu mu kurcaladın?

-Kötü bir niyetim yoktu. Lan, bakma öyle, gerçekten yoktu! Sadece şeker kırıyordum, üstten bir bildirim geldi, “Aşkım.” diye. Birden üstüne tıklamış ve parmağımı az aşağı kaydırmış olabilirim!..

İbrahim birden ayağa kalktı:

-Oğlum! Ya! Of! Çıldıracağım. Üstüne tıklayınca, görüldü atmış oluyorsun. Onun yüzünden kavga başladı ve ayrıldık. Ne aptal adamsın sen? Hangi birine şaşırayım, kırk yaşındaki dayılar gibi şeker kırmana mı, başkasının özeline girmene mi, mesaj okumana mı?

-Bi sakin ol! Otur. Klasik ergen kız işte oğlum. Bahane aramış ayrılmak için anlasana.

-Hıh! Akıl verene bak! Allah’ın asosyali! Sen ne anlarsın, kız mevzusundan?

Alper, reçel sürdüğü ekmeği ağzına atarak:

-Ben anlarım. “Feride Şadoğlu” demek. Güzel isim he!..

Dedikten sonra; ekmeğin içindeki hamuru alıp, memlekete giden annenin ardından menemene dalan baba gibi tavanın kenarına elini attı. Güzelce menemeni ekmeğe kavrattı ve kocaman lokmayı dürdü bıktı ağzına yolladı.

İbrahim sakinleşmiş bir şekilde çayından bir yudum aldı.

-Gerçek adı Eslem. Karadayı diye dizi var, oradaki hakime hanım o.

-Oğlum, delirdin mi sen? Niye bu kızları ismiyle kaydetmiyorsun?

-Birader, kız hukuk istiyor, hatta hakim olmak istiyor, öyle kaydettim işte.

-He, boş ver. Seneye ben sana istediğin kadar hakim olmak isteyen kız bulurum oğlum.

Bu cümleye istemsizce tebessüm etti İbrahim. İstemsizce, çünkü içinde kızgın yağın üstündeymiş gibi kıskançlık oluşmuştu. Arkadaşı olmasına rağmen, üstelik ona zararı dokunmamasına rağmen, arkadaşının başarılı olmasını kıskanıyordu. Başka birisi olsa, gram umurunda olmayacak bir mevzuda sırf yakını olduğu için kıskançlığından somurtmaya başlamıştı. Bir kula yakışmayacak bu hareketlerin sebebi ne olabilirdi? Bu kıskançlık, her canlıya hissedilen bir kıskançlıktı. Başarının kıskançlığı… Alper’in teorileri hep bunun üzerineydi. Hayatının tüm teorileri. Başarı ve Başarmak…

Alper şunu düşünüyordu:

Adalet istemek, adaleti yönetmekle eşit olmamalıydı. Başarının arkasında gizlenen şey, her ne ise kıskançlık onu senin eline veremezdi. Başka çaresi kalmayan herhangi bir zihin, bu gizli şeyin eşit dağıtılmasını istiyordu. Bir poker masasının ortasında, benim elimde bu gizli şey vardı. Apaçık görüyordun ve anlıyordun. Blöfün ise fakirlik, eşitlik, vicdan ve merhametti. Elinde ise sıradanlık ve vasatlık vardı. Bunların kötü olduğunun farkında olman seni bu işin felsefecisi yapıyordu. Farkında olmamak, öylesine oynamaya gelen vakit geçsin diye düşünen, viski içeyim diyen zengin adam olmaktı. Gerçek hayattaki zenginlik para ise senin zenginliğin bu masada hayat ve zamandı.

Alper’i bu masadan kaldırabilecek tek güç vardı. Hayatı boyunca küçümsediği, bir halta yaramayacağını düşündüğü,  karşı cinsiyetten ve hatta görüşten bir varlık...

Sosyalizme kafayı takmış bir kız, Merve.

 

İŞİN KIVILCIMLARI

Denizin insana kattığı bir özgürlük vardı. Her gelen dalga, insanın göğsünde kıvılcım yaratıyordu. Bilinmezliğin en güzel tarifi, denizlerdi. İnsanın, kaçmak isteyeceği bir sahil kenarını hafızaya atması, onu kurcaladığı hayat denen bir makineden, parçaları toparlatıyordu. Yalnızlıkta, gökten kendini izlemek, bir ödüldü. İçinde olan biteni haykırabileceğin tek yer, kendi ruhundu. Ona haykırmak için bir sahil kenarına kaçırıyordu.

Kendini ait hissetmediğin bir toplumu, kendindenmiş gibi sorgulayabilmek için yalnızlığa ihtiyacı vardı Alper’in. Toplum gibi olamıyorsan, kendin gibi olabilmeyi başaracaksın. Topluma uydurmak zorunda olduklarını azaltacaksın. Vicdanın ziftle dolmamışsa, içindeki huzursuzluğu ancak böyle atlatabilirdin. Elinde sihirli bir değnek yoksa, çaresizlikle baş başaysan eğer, garibanlık duygularının adıysa, kendine kaçacak yeri bulmak zorundaydın. Çünkü işin sonunda kendini topluma kazandırıyordun. Ya bir mağarada kendini tüm bunlara maruz bıraksaydın, o zaman bir toplumu düzeltmek ve baştan oluşturmak zorunda kalırdın. Sahil ise deniz ve karadaki yüzleşmelerin yeri. Ufuk ve umutların muştusu. Dalgalı ve sessizlik ile yalnızlığın kucaklaştığı yer... Hava mı? O, artistlerin işiydi.

Caddebostan Sahil’de,  üniversite yurdunun kapanmasına üç saat kala Merve ile oturuyorlardı. İkisi de üşüyor, İstanbul’u seyretmekten zevk alıyorlardı. Alper’in tek bir rahatsızlığı vardı. Ki o da sahilin bu kadar insanı barındırmasıydı. Merve ise ilk defa bu sahilde bira yerine kahve içiyordu. Rüzgar hafiften esiyor ve Alper’in kahverengi yün paltosunu yelpaze gibi havalandırıyordu. Merve’nin şapka ve boyunluğu olmasına rağmen ve üstüne üstlük, sıcak kahveye rağmen burnu çoktan kırmızıya dönüşmüştü. Dalgalar ninni söylemeye başlamıştı. Huzurun doruğundaydılar. Alper’e sordu:

-Alper, bir insan neden şu sahilde kahve içer, muhafazakar falan mısın?

Alper, şaşırdı.

-Bir insanın, alkol tüketmemesinin tek sebebi, dininin olması mı?

-Bilmem. Belki de baban alkolik biriydi, ona benzememek için içmek istemeyebilirsin. Klasik senaryo… Öyle miydi?

Alper, kendinin acımasız olduğunu düşünürdü. Çünkü kendisinin yaralanacağı noktalara saldırı yapan biriydi. Şimdi ise kıpırdayamıyordu. En yakın arkadaşı İbrahim ile dostluğunu bitirebilen bu adamın, tek derdi eğlenmek olan bir kıza karşı kitlenmesinin sebebi neydi? Bir insanın yaralanmasına izin verebilecek anı bile sineye çekebilmesi! Hem de Alper gibi birinin bunu yapabilmesi… Bu aciz varlığın yüzüne döndüğünde hissettiği duygular, başka hissettiği hiçbir duyguya benzemiyordu. İşte Alper’in ilk Alper olmasını değiştiren andı, bu an.

Soruya karşı cevap bekleyen Merve’ye, yalan söylemek istiyordu. Çünkü şu anda, onu hayatından çıkarmaya karar vermişti. Hayır, vermemişti. Karar bile veremez vaziyetteydi. İğrenç bir soruya ve kendince son derece zıt bir düşünce yapısına sahip birini yanına dahi yanaştırmayacak bu adam, tıkanıp kalıyordu işte...

Neyse ki kafası kıyak sarhoş bir bisikletlinin belediye çöp kovasını devirmesiyle, ikisi de irkilerek o tarafa dönmüştü. Alper’i bir sarhoş kurtarmıştı o tıkanıklıktan. İroni! İçinden birisi bu kelimeyi bağırıyordu. 

Alper elindeki termostan, kendine kahve doldurdu ve:

-Kahve ister misin?

-Hayır, teşekkür ederim uykum kaçıyor.

Alper, ellerini geriye doğru attı ve hafif başını kaldırdı:

-Merve, sen neden sosyalistsin?

-Gerçekten duymak ister misin?

-Evet.

-Evvel zaman içinde, dedemin babası köyde yaşarmış.

-Ha! Mavi saçlı bu kızın kökeni köye mi dayanıyor? Fıkra mı anlatacaksın?

Merve kırmızı, kolları katlanabilen ve düğmelenebilen, ince montunun cebinden bir sigara çıkartmıştı. Çakmak ararken, Alper kendininkini uzattı. Merve devam etti:

-Lütfen, bir kere önce ciddi ol, dinle. Dedem bir gün elinde çapa…

-Hıı…

-Of! Anlatmıyorum!

-Tamam, şaka yaptım. Anlat, cidden dinleyeceğim.

Merve sigarayı içine çekip, üfledikten sonra:

-Neyse, işte çapa. Güneşe doğru başını kaldırıp, beş parmağını gözlerinin üstüne tuttuğu vakit, arkadan babaannem koşa koşa gelmiş. Elinde ameleye çay getiren nenemin, ağzı torbadan beter, bağlamaya ip bulamazsın. Sofra kurulmuş, semaver yakılmış. Kadınlar sıcaktan yerlere yuvarlanmış, başörtüsünü düzeltiyormuş. Erkekler ise tarlanın yastık başında tütün sarıyorlarmış. Kızlar çoktan tabak bıçakla uğraşmaya başlamış. Düzen bu anlayacağın.

-Eee?

Sol elinin arasına aldığı sigarayı iki parmağına yerleştiren Merve, kaşlarının hizasına çektiği an:

-Bu amelenin içinden biri radyodan bahsetmiş, demiş ki “Biz eve çoktan radyo aldık abi, sizde de var mı?”. Dedem “Yok.” demiş. Orada oturan oğlanlardan biri, elindeki çapayı omuzlarının iki hizasına alıp, ellerini kaldırıp “Abi, sen zaten alamazsın.” demiş. Babaannem bunu duyunca akşamında…

-Akşamında durmadan dedene bu sözü hatırlatmış. Klasik kadın vazifesi.

Merve son cümleyi duyunca, suratını ekşiterek:

-Çok biliyorsun! Neyse, evet, yani, of, demiş işte babaannem. Dedem sabahında sadece bir radyo alıp, “Ulan Celal Ağa’nın radyosu nasıl olamaz” diyebilmek için tarlasını satmış.

İşte benim sebebim bu!.. Rızkını aç gözlülüğün eline teslim etmemek. Aç gözlülüğün insandan insana, birer şeytan dürtüsü olması…

Bununla mücadele eden tek fikirse Sosyalizm. Kapitalizm, köylünün evine radyoyu sokabilmek için, rızkına göz dikmiş. Köylü ise onu savunanlara kafir demiş. O radyo alma hırsını yeryüzünden sileceğiz, radyoyu da herkesin hak ettiği şekilde dağıtacağız.

-Yapma, Merve! Bunu sen uyduruyorsun. Kaç tane kız oturup, geçmişinin hikayesini dinler? Hem de böylesini...

-Kaç tane kız oturup, seninle kahve içer hah Alper? Hem de seninle…

 

 

VAR OLMAYANIN HİSSİ

168 numaralı Sayısalcı TYT Fen ve Matematik netleri istisnasız tam doğru Ali, Coğrafyadan düşük net çıkardığı için Coğrafyacı Ahmet Hoca ile kulvara giriyordu. 198 numaralı eşit ağırlıkçı Mehmet Ali, Matematik yapamadığı için, Sevde Taştekin denen bir hoca ile kulvarın arkasında bekliyordu. 152 numaralı İbrahim, yorumculara göre yarışın eşeğiydi. Kulvara girmekte zorlanan ise 131 numaralı Bold Pilot Alper, “Özel derse gerek yok. Gelsin hocalar, ben onlara özel ders vereyim.” diyordu. Evet, şu an herkes yerini aldı. Start hakem emrine girdiler ve start verildi. Yarış başladı…

Alper ile İbrahim kütüphaneden çıkıyorlardı. Kapısına iki meşe ağacı dikilmiş bu kapıdan geçtikten sonra, İbrahim:

-Bugün işim var. Sen git.

-Ne işin var?

-Seni ilgilendirmiyor.

-Tamam. Neden birden sitem ettin?

-Alper, canım sıkkın. Seninle uğraşamam. Git, kitabını oku, testini çöz, insanlarla dalga geçerek egonu tatmin et.

-Bir, senden başka tanıdığım yok.  İki, canın sıkkınsa konuşalım.

-Alper, yıprattın beni. Dayanamıyorum dalga geçmelerinle. Bırak peşimi artık.

-İyi, tamam. İçine at ve patla aptal herif. Kız gibi, gidip ağlarsın bir de.

İbrahim dayanamadı ve bir anda Alper’i itti, Alper dengesini kaybederek yere düştü.

Artık canına tak etmiş olan İbrahim, Alper’in üzerine çullanarak:

-Benle uğraşma, ben oyuncak değilim! Hele senin aptalca alay edeceğin palyaço hiç değilim. Anladın mı? Bunu kafana sok artık… Dedi, boğazını sıkarak.

Ardından İbrahim çantasını düzelterek, yoluna devam etti.

 İbrahim ağlayarak(!) ve sinirle yolun sonunda, elindeki kitapları yırtmaya başladı. Valide Meryem Sümer Parkı’nda bir banka oturup ağlıyordu. Evet ağlıyordu. Alper her defasında üzerine basa basa İbrahim’in ağlamasını şamar atar gibi yüzüne vuruyordu! Oysa şimdi anlamıştı İbrahim! Aslında o ağlamasıyla alay edilmesine değil, ağlamak gibi asil ve kalbi yumuşatan eylemin sadece kızlara özgü bir davranış gibi gösteren cinsiyetçi yaklaşımına kızıyordu. Hem ağlamayı hafife alıyor hem de kızları küçümsüyordu!

İbrahim, omzunda bir el hissetti…

 

DEVAM EDECEK…

 

Salih EKENEL

Yorumlar

  1. Birinci bölümü okumak isterseniz: https://bit.ly/2VKiMio

    YanıtlaSil
  2. Bakalım İbrahim'in omzuna değen el kimin eli olacak? Ben Eslem, namı diğer Feride Şadoğlu olsun istiyorum!..

    YanıtlaSil
  3. Bu arada bir çırpıda okuyup heyecanlandıran sonuca odaklanınca tebrik etmeyi unuttum. Yine harikalar yaratmışsın Salihcim. Yürekten kutluyorum...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Siz olmasanız, okunacak tadı bulamayacaktık. Emekleriniz için çok teşekkür ederim

      Sil
  4. Türkiye İçin Devletçiliğin İlkeleri6 Aralık 2020 21:29

    Benzetmeler, istihareler, örnekler güzel. Kitap 5 lira değil de 4.99 olsa daha güzel olurmuş. Eline sağlık...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederiz, büyük yazarımız (gerçekte) . İzinizdeyiz...

      Sil

Yorum Gönder

Lütfen yorumlarınızı bizimle paylaşınız. Yorumlarınız bizler için çok değerli. Onaylama işlemi zaman alabilir. Hakaret içeren yorumlar onaylanmayacaktır.

Popüler Yayınlar