KOPYA ÇEKEMEME
87 senesinin kara,
kapkara bir ocak ayı… Kış yine kışlığını yapmış, -abartı anlamıyla değil- dört
bir yanı diz boyu kara doyurmuştu.
Orta birinci sınıfta
olmanın verdiği gururun, büyümüş ve öğretmenlere artık “Hocam” diyecek olmanın
lezzeti hâlâ damağımızda taptazeydi…
İçimiz kıpır kıpır… Her
şey, her yer çok başka, çok yeniydi…
Büyüklerin, bilhassa
ağabeyimin “Oğlum, ortaokul ilkokula benzemez. Çok zordur. Doğru dürüst ders
çalışmak ister. “ sözü aynen kulağımda dipdiriyken bir dönemin kapanmasına çok
az kalmış, neredeyse üç ayı geride bırakmıştık. İlk yazılılarımızı da olmuştuk.
Henüz bir zorluğunu
görmediğim için içimden “Abime göre zormuş belli ki; bana çok kolay geldi.”
diyordum. İlk yazılı sonuçlarına göre hiç zayıfım yoktu. Bu arada çok
heveslendiğim o ilk belgemi alacak olmanın heyecanıyla ara sıra notlarımı
hesaplıyordum. Matematik 8, Türkçe 9, Sosyal Bilgiler 8’di…
Şu Beden’den bir türlü
adam not vermiyordu ya!... Düz takla kolaydı. Ama ters takla, kasa taklası, el
amudu çok zordu… Yapamıyordum işte evde de çalışmama rağmen işte… Kasa
taklasını atacakken oraya çarpma korkusu, yapamayacak olmanın tedirginliği ne
de kötüydü… Bedenci Bahadır Hoca’nın da notu çok kıttı maalesef. Zar zor 6
vermişti.
Ama müziğe diyecek yoktu
şimdi Allah için… Sosyal Bilgiler Öğretmeni Orhan Aydemir giriyordu ne de olsa…
Dersler çok zevkli geçiyor, İstiklal Marşını flütle çalıyorduk. Bazen şarkı
söylüyor, bazen de sohbet ediyorduk. Kral adamdı. Yazılıda çok kolay sorduğu
için Müziğim 10’du.
Bir daha hesapladım
notlarımı: 12x8=96 Teşekkür Belgesinin
84’le alındığı bir dönemde iyi bir sonuçtu. Takdir Belgesi mi? Hadi canım sen
de… O çok zordu işte. Bir kere 102 ile alınıyordu. Koskoca okulda alan kişi
sayısı topu topu altı yedi kişiydi. Ama olsun… Okul bahçesinde belge alan her
öğrenci çağrılıp okul merdivenlerinden çıkıp belgeyi herkesin karşısında
öğretmenlerden almanın gururunu diğerleri gibi ben de yaşayacaktım ya… Daha ne
olsun…
* * *
O gün
akşam misafirlerin bize geleceği tuttu. İki gözcük evimizde soba doğal olarak
sadece bir yerde yanıyor, ben de mecburen o odada ders çalışmak zorunda
kalıyordum. Misafirlere, hoş geldiniz, dedikten sonra geçtim ders çalışmaya…
Ertesi günü Müzik dersinden yazılımız vardı. Gerçi kolay bir dersti; fakat yine
de çalışmak gerekiyordu. Çünkü Hoca çok not tutturmuş, bunlardan yazılıda
soracağım, demişti.
Çalışmak ne mümkün…
Rahmetli babam çok da sevdiği yakın dostlarıyla koyu bir muhabbete dalmıştı.
Saatler ilerliyor, sohbet kahkahalarla şenlenirken bense yeni tuttuğumuz
notlara hiç odaklanamıyordum. İçime o kaygılı olduğum anlardaki tuhaf his, yine
yumruk olup oturmuştu.
Kendi kendime, misafirlik
de bir yere kadar, gidin de biraz ders çalışayım, diyordum; ama nafile… Yemek
ve çay faslından sonra şimdi de meyve yiyorlardı. Bense on üç, on dört sayfalık
Müzik notları karşısında çaresizdim.
Saatler ilerliyor, hemen
hiçbirimizin ders yerine bile koymadığı, çoğumuzun 80, 90’ı havada karada
aldığı Müzik dersi, bir kâbus gibi üzerime üzerime geliyor; içimdeki yumruk her
geçen saat ağırlığını daha çok hissettiriyordu.
Hiç
umudum kalmamıştı. Saat 23.00’tü. Can
sıkıntısıyla Müzik defteriyle boğuşmaktan misafirlerin gittiğini bile fark
etmemiştim. Öğretmenin not tutturduğu yeni konuların hiçbirini bilmiyordum.
Müzikten kesin zayıf alacaktım. Çalışkan bir öğrenci olarak tanınan ben,
arkadaşlarımın ve öğretmenin gözünde itibarı kaybolan birine dönüşecektim.
Herkes dalga geçecek, gülecekti halime.
O
anda beynimde şimşekler çaktı: Nasıl olsa sınavda kullanacağımız çizgili kâğıdı
evden biz götürüyorduk. Öğretmenler önce soruları yazdırıyordu. Soruların
yazımı bittikten sonra ardından cevaplara geçiyorduk. Okula iki adet çizgili
kâğıt götürecektim. Birinin arkasına Müzik defterindeki notları yazacaktım.
Küçük, belirsiz, silik bir yazıyla. Cevaplar için kullanacağım asıl yazılı
kâğıdı da üstte kalacaktı. Ben çaktırmadan alttaki kâğıda bakıp kopya çekecek,
bu yazılıdan da 100 alacaktım.
Evet,
kopya kötü bir şeydi. Ben daha önce hiç böyle bir yola başvurmamıştım. Fakat,
siz de görüyorsunuz işte, başka çarem yoktu. Çalışamamıştım.
Hemen
iki adet çizgili kâğıt buldum. Kâğıdın birinin arkasına başladım defterdeki
notları küçük, silik bir yazıyla yazmaya…
Nihayet
yazma işi tamamlandı. Kâğıda uzaktan baktım. Evet, uzaktan hiçbir şey fark
edilmiyordu. Orhan Hoca da zaten genelde öğretmen masasında oturuyor olacaktı.
Nereden görsündü kopya çektiğimi…
Sevinçliydim.
Nihayet içim rahatlamıştı. Bu duygularla yatıp hemen uyudum. Deliksiz bir uyku
çektim.
Ertesi sabah içim kıpır
kıpırdı. Kopya çekecek olmanın sevinç ve heyecanıyla yerimde duramıyor, bir an
önce yazılının geleceği ders saatini bekliyordum.
Nihayet Müzik dersimiz
geldi. Öncesinden hazırladığım kopyanın bulunduğu çizgili kâğıdı dikkatlice ilk
kâğıdın altına yerleştirdim. İçimdeki heyecana şimdi bir parça da korku eşlik
ediyordu. Acaba Hoca görür müydü?...
Başladım Hocanın soruları
yazdırmasını beklemeye… O da ne?
Öğretmen, ilk yazılıdan sonraki tutturduğu notların hiçbirinden soru
yazdırmıyordu. Yine önceki konuların aynısındandı sorular: “Müziğin tanımını
yapınız. İnsan sesleri kaça ayrılır? Sol
anahtarı nedir?...”
Hafızamı yokladım. Tüm
eski bilgiler aklımdaydı. Soru yazımından sonra hemen cevaplara geçtim. Evet,
beş sorunun da tamamını birkaç dakikada yazdım. Diğer kâğıt alttaydı. Uzaktan
tek bir kâğıt gibi görünüyordu. Kâğıtları teslim etmek için ders saatinin
bitmesini bekliyorduk. Çok şükür, dedim içimden. Boşu boşuna canımı sıkmış, hiç
gereksiz yere kaygılanmıştım.
Nihayet dersin bitişini
duyuran o canım zil çaldı. Yazılı kâğıdını teslim ettik. Diğer kâğıt masanın
üstünde kaldı. Yazılıyı teslim ettikten sonra içim rahat bir şekilde, diğer
kâğıdı birkaç parçaya katlayarak dikkatlice ceketimin cebine koyuyordum ki:
“Oğlum o kâğıt da ne? Getir bakayım hemen buraya!..” sözüyle irkildim. O an
yüreğimden büyük bir parça koptu kanayarak. Şimdi yanmıştım işte…
“Hiiç hocam... Boş yazılı
kâğıdı. Lazım olursa diye…” sözleri döküldü dudaklarımdan titreyerek. Kâğıdı
götürüp Hocaya teslim ettim, çaresiz… Kâğıdı açtı Hoca. “Bu ne lan?!..
Maaşallah her bilgiyi tıpkı oya gibi nakış nakış işlemişsin.” dedi. Ve başka da
bir şey demeden teneffüse çıktı.
…Teneffüste arkadaşların
hepsi dalga geçiyordu: “Lan oğlum, helal olsun; sen de bizden çıktın ya be!” “
Demek bunca yüksek notu kopya çekerek alıyordun…” “Oğlum aptal mısın lan? Öyle
kopya mı çekilir?” “Kardeşim ayıp ya, Hocanın yüzüne şimdi nasıl
bakacaksın?...” “Yarım saat bile çalışsaydın aklında kalırdı…” “Ya, kopya
çekecek başka ders mi bulamadın, adam Müzikten kopya mı çeker?...” sözleri
beynimde uğulduyordu. Kimseye bir şey demiyor, diyemiyordum. Ulan ben ne halt
etmiştim!...
Allah’ım, ne olur ders
zili çalmasın!.. Nihayet ders zili çaldı. Hocanın elinde benim yazılı kâğıdı ve
kopya bile çekilemeyen diğer bahtsız kâğıt…
Onları masanın üzerine koydu. Masaya oturdu ağır ağır. Başladı diğer
arkadaşların yazılılarını okumaya. Arkadaşlarımın çoğu 80, 90 aldı. 100 alan
iki öğrenciydi. Derken Hoca bana doğrudan hitap etmeyerek: “Arkadaşlar, siz siz
olun. Asla kopya çekmeyin. Hem sıfır alırsınız, hem de öğretmeninizin gözünden
düşersiniz… O anki bilginiz neyse onu yazın. Şerefinizle notunuzu alın!...
Ağır sözlerdi gerçekten
de… Gözpınarlarımda tutmakta zorlandığım yaşlar isyan etti artık. Sessizce,
içimi çeke çeke ağlıyordum. Gözyaşlarım sıcak sıcak yanaklarımı ıslatıyor,
başka da bir şeye gücüm yetmiyordu. Kendime olan öfkem, duyduğum pişmanlık
tarifsizdi… Başım öndeydi. Bırak Hocayla göz göze gelmeyi, yüzüne bakabilmeyi…
Neredeyse sıranın gözüne sokacaktım başımı…
Arkadaşlarım beni
savunmaya başladılar: “Hocam, daha önce böyle bir şey hiç yapmamıştı.
Arkadaşımız çok çalışkan ve terbiyeli bir öğrenciydi. Ne olur, affedin. Bir
daha yapmaz!...” “Hocam, sıfır mı alacak arkadaşımız?... Tüh ya, not ortalaması
da çok iyiydi. Teşekkür Belgesi alacaktı. Yazık oldu… Yok mudur bir kolayı?...”
Hoca, bir süre sessizce
dinledi arkadaşlarımı. Neden sonra ağladığımın da farkında olarak, “Pişmanlık
da bir şeydir. İnşallah bir daha yapmaz. Fakat çare yok. Çeksin cezasını!...”
derken her bir söz, kalbimden geriye kalan parçaların üzerine birer ok gibi
saplandı.
Derken sıra arkadaşım
Osman “Hocam, arkadaşımızın kâğıdına bakabilir misiniz? Kopya hazırlamasaydı
kaç alırdı acaba?” diye sordu. Evet, aceminin de acemisi bir kopya hazırlamış,
fakat o kâğıda hiç bakmamış, öğretmene bunu bile diyememiştim utancımdan.
Hoca “Bakalım Osman, ben
de merak ettim.” dedi. Kaşla göz arasında yazılı kâğıdımı okudu: 100’dü.
Biliyordum zaten. Oradan başka bir arkadaşım “Hocam, arkadaşımız yanımdaydı.
Hiçbir yere bakmadan yazılı kâğıdını doldurdu. O elinizdeki diğer kâğıda hiç
bakmadı bile…” dedi. Bu sözlerden içi daha da rahatlayan Hoca, “Doğru mu? Hiç
bakmadın mı oğlum?” diye sordu. Sessizce başımı sallayabildim sadece. Tercüme
etti Osman: “Bakmamış Hocam, affedin onu, n’olur…” Diğer arkadaşlar da “Hocam, bakmamış
işte, lütfen affedin…” şeklinde bastırdılar.
Vay be, helal olsundu şu
sınıfa. Normalde çoğuyla doğru dürüst samimi bile değilken hepsi bana destek
oluyor, Hocayı yumuşatmaya çalışıyorlardı.
Hoca, nihayet “Ama önce
özür dilemesi lazım. Özür diler, elimi öper, bir daha da yapmayacağına söz
verirse belki affederim.” dediği zaman gözümde, yüreğimde daha da büyüyen Orhan
Hoca, bu dünyaya adeta sığmaz olmuştu.
Gözlerimi zaten ıslanmış
olan ceketimin kollarıyla silerek usul usul yerimden kalktım. Başım öndeydi… “Hadi hadi, önce git elini yüzünü
yıka!..” sözüyle fırladım kapıdan… Lavaboya nasıl gidip geldiğimi
hatırlamıyorum bile… Sınıfın kapısını vurup “Geel!” sözünü duyduktan sonra ağır
ağır yaklaştım masada oturan Hocamın yanına.
Üzerimde, abimin küçülen,
neredeyse dizlerime yaklaşan, ceketi; altında onunla hiç ilgisi olmayan bir
pantolon uydurması, ayaklarımda kenarları artık patlamış ve bana henüz bir
numara büyük gelen spor ayakkabılarıyla ürkek adımlar atarak Orhan Hoca’ma
yaklaştım.
“Özür dilerim, pişmanım…”
sözlerini derken ben bile zor duymuştum. Ellerini öptüğümde o da dayanamamış,
hıçkırıklara boğulan başımı göğsüne yanaştırmış, sarılmıştı bana… Hocam, ne de
büyüktü… İşte Hocalık buydu… Ayrılıp
nihayet yüzüne baktığımda o da gözlerini siliyor, “Hadi kerata, kaptın yine
100’ü!..” derken kalbimi yeniden tamir edip sol göğsüme iade ediyordu… Neden
sonra duyduğum alkış sesleriyle kendime gelip ancak sırama oturabildim.
* * *
O günden sonra Orhan
Hocama karşı eskisinden de çok saygı göstersem, derslerine çok da çalışsam, her
sınavından 100 alsam da ona karşı duyduğum mahcubiyet hiç silinmedi yüzümden.
Yıllar öncesinde derslerime girmiş olan Orhan Hocamı memlekette tesadüfen her
gördüğümde, “Müzik yazılısında adam kopya mı çeker oğlum!” sözünü söyleyecekmiş
gibi yüreğim titremeye, içimi bir sıcaklık basmaya devam eder.
Sahi, nereye gitti?
Göreniniz, duyanınız haber etsin. Nerelerde bizim yıllar yılı içimizden eksik
etmediğimiz, yapılan/yapılacak her hatada elimizi kolumuzu bağlayarak bizi kendimize
getiren, yüzümüzü hafifçe kızartan o asil, öpülesi duygu; mahcubiyet?!..
Adem KURUN
Bir anı öyküleme yöntemi ile ancak bu kadar zevkli anlatılabilirdi. Çok teşekkür ederim Adem hocam. Bizi bu ne güzel ağırladınız bloğumuzda...
YanıtlaSilAsıl ben teşekkür ederim Hayati Hoca'm, böyle bir fırsat sunduğunuz için...
YanıtlaSil