KARTEL MEDYASI
Sınav haftası olması nedeniyle bir süre
ara verdiğim seri sunumlarla yakın tarihe ışık tutmaya devam ediyorum. Gerek 28
Şubat sürecine götüren dönemde, gerek 28 Şubat’ta aldığı aktif darbeci rolüyle,
gerekse sonrasındaki siyaset dizaynındaki konumu ile medya hep tartışıldı.
Demokrasinin eşit kuvvetleri olan Yasama,
Yürütme ve Yargı’dan sonra yazılı olmasa dahi teamüller gereği dördüncü
kuvvet olarak Basın sayılırdı.
Gelişen teknoloji ile birlikte Basın, artık sadece yazılı basın olmanın ötesine
geçtiği için “Medya” adıyla
gündemimizde yer edinmişti. Medya, yazılı ve görsel basın olarak
tanımlanıyordu. Sevgili Z kuşağı
evlatlarım, siz şimdi Basın’ın üçüncü nesil torunları olarak “Sosyal Medya” kuşağı ile tanışıksınız!
Hani bugün dert yandığımız “Yandaş Medya” kavramı var ya! İşte
onun atası da “Kartel Medyası” idi.
Neredeyse her gazetenin televizyonu vardı. O televizyonların Avrupa’ya yayın
yapan “Int” veya “Euro” kanalları da vardı. Medya
o dönemde demokrasinin üç eşit kuvvetinin önüne geçtiği ve birinci güç olduğu
yönünde haklı eleştiriler almaktaydı. İstediği gibi at oynatıyor,
hükümet kurup, hükümet yıkıyordu! Anketler hayatımıza yeni girmişti. Her ay
anket verilerini açıklıyor ve yapılan yayınlarla istedikleri partileri
yükselterek, seçim sonuçlarını etkiliyorlardı.
Gazeteler kuponla ansiklopedi kitap vermeyi bırakmış; çatal kaşık, tabak çanak, stres
bileziği, altın suyuna batırılmış(!) ağrı ve romatizmaya son veren manyetik
bileklik dağıtıyordu. Hatta
televizyon dağıtmaya bile başlamışlardı. Bunların yasaya aykırı olduğu için
durdurulmasına karar verildi. Siyasilerin hepsini gezerek bu engellemenin
kaldırılmasını isteyen medya patronları(Dinç Bilgin, Aydın Doğan, Enver Ören,
Mehmet Ali Ilıcak …) söz aldıklarının önünü açıyor çarşaf çarşaf onları
manşetlere taşıyordu. Ama destek sözü vermeyenleri ise görmezden
gelmekteydiler. Hatta bir dönem promosyon yasası çıkarttırarak; dağıtılan
ürünler satılan ana ürün, gazete yanında promosyon olarak veriliyor pozisyona
bile dönüştürmüşlerdi işi! İstedikleri yasayı çıkarttırdılar bile...
Basın yasasında yapılan değişikliklerle
dağıtımda tekelleşerek çoklu yayıncılığın da anlamını ortadan kaldırıyordu
kartel medyası. Kendi gruplarının gazetelerini dağıtıyor, istemedikleri
yayınları dağıtmıyorlardı. Yaysat ve
Birsat diye gruplanmış kendi aralarında basında tekelleşme oluşturmuşlardı.
Bu da yetmedi medya patronları bankalara da sahip olmak istediler. Yaysat’ın da
sahibi olan ve Doğan Medya grubu başkanı olan Aydın Doğan, zebra desenli çizgili pijamasıyla Başbakan Mesut Yılmaz’ı dahi villasının önünden
uğurlayabilmişti. Varın ötesini siz düşünün!
O dönemin cemaati, daha sonrasının hizmet
hareketi, şimdinin ise Fetö’sü
de piyasanın önde gelenlerinden olma yoluna girmişti. Kıyıdan kıyıdan kendince
ilerliyor, sinsi sızmalarla medya alanında etkili olacak gücü o dönemde
temellendiriyordu. Kendi özel dağıtım ağıyla doğrudan adrese teslim gazete
dağıtımı yapıyordu. Sonuçta yapılan hizmet ibadetti ve dağıtıcıya verilen düşük
maaşın yanında (güya)Allah rızası da bonus idi… Dönemin Fetullahçıları, ‘Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ diye
kendi özel üst basın yayın kurumunu bile oluşturmuştu. Vakfın bünyesinde
oluşturulmuş ‘Abant Platformu’ her
yıl Abant gölü tesislerinde toplantılar yapıyordu. Çok şaşalı bir sunumla,
toplumun her kesiminden aydın ve gazeteci kişileri davet ederek tartıştırıyor
ve siyasete yön verecek sonuç bildirgeleri açıklıyordu.
Kuşkusuz onlar da bankacılık sektörüne
adım atıyordu! Allah ile aldatma yöntemi olan ‘faizsiz sistem’ diye halka yutturulan ‘kar zarar ortaklı’ çalışan Asya
Finans katılım bankacılığı adıyla sektöre adım atmışlardı. Daha sonra “Bank Asya” ya dönüşecek olan o banka,
açılışı çok meşhur olan banka idi! Günümüzde
de videolarını seyrettiğiniz ve meşhur
siyasetçilerin Fetullah Gülen ile birlikte kameralara girebilmek için neredeyse
birbirini ezercesine boy gösterdiği açılış görüntüleri içeren banka idi!
Herkesin hizmet hareketi diye peşinden
gittiği, siyasetçilerin sırtını sıvazlayarak büyüttüğü bu yapılaşma, spordan
sanata dek neredeyse bütün ünlülerle de içli dışlı olmaya çalışarak İslami
cemaatler üzerindeki irticacı gölgesini kendi üzerinden savuşturmayı
başarıyordu.
Kendine yakın ticaret erbabının 2000’li
yıllardan sonra TUSKON adıyla bir
araya toplanmasını sağlayacaktı. Kendi sendikalarını kuracaklardı. 99
Depreminde enkaz altındakilere seslenen arama kurtarma ekiplerinin ‘sesimi
duyan var mı, kimse var mı?’ sözlerinden esinlenerek kurduklarını iddia
ettikleri “Kimse Yok mu?” derneği
ile bağışlar topluyor yoksullara yardım yapıyorlardı(!). 90’lı yılların
sonlarında taşra teşkilatlarında “Himmet geceleri” düzenliyorlardı. Kendi
mensuplarınca 571, 630, 1071 vs gibi anlamlı fakat oldukça yüksek rakamlı bağış
yapıyorlar imajı oluşturup, toplantılarına cemaat dışından katılan halkı
söğüşledikleri bir yöntemleri vardı. 2000’li yıllardan sonra TV’leri Samanyolu’nda
bu yöntemi ‘yardım geceleri’
etkinliğine çevirip canlı yayınla benzer faaliyeti yapıyorlardı. Spor, sanat,
siyaset ve iş dünyasından bütün ünlüler sıraya girer ve adlarını birlikte
andırabilmek için yarışırlardı!
Dershanecilik, eğitim yayınları, özel
okullar neredeyse yine o mağlum yapılaşmanın tekelinde gibi bir hal alacaktı.
Müslümanların da TV’si olsun diye halktan
toplanan paralarla kurulan TGRT de
İhlas grubunun yayın organı idi. Gazeteleri Türkiye idi. Finans kurumları İhlas
Finans idi. Kim iktidarda ise bunlar onların hizmetine amade oldukları için
o dönemde darbecilerin de yanında konumlanmışlardı!
Her ne kadar “Başörtüsü teferruat(furuat)tır” demiş ve direnişi kırmış olsa da,
kendi dershane ve okulları 28 Şubat kararları içinde yer almadığı için “İHL’lerin
kapatılmasını faydalı bulduğunu!” deklere etmiş olsa da sürecin hışmından
kurtulamamıştı. Oysa çok da şirin gözükmesine rağmen ateş onların ocağına
da düşmüştü. Askeriyenin tespitleri ile yapılaşmanın devleti tehdit eder
boyutta olduğu gerekçeleri ile örgüt ve lideri Fetullah Gülen hakkında dava
açılmış ve yargılama süreci başlamıştı. 1999 yılında DGM tarafından başlatılan
soruşturma 2000 yılında “Laik devlet yapısını yıkıp, yerine dine dayalı devlet
kurmak maksatlı bir örgüt!” suçlamasıyla yargılanmasına başlanmıştı.
Haber anchormanleri ‘Düğmeye ben bastım’ diye akşam ana haberlerini başlatıyor,
Fetullah Gülen’in gizli çekim videolarını döndürüyordu. O videolarda resmen
gerekirse alkol alıp yargıya ve askeriye sızma planlarını kendi müritlerine
salık veriyordu! O zamanlar halkın gözünde masum ve kimseyi incitmez bir hoca
efendi(!) olarak görüldüğü için o karar da, ‘toplum vicdanını yaraladı’
şeklinde kendi medyasında ve sağ medyada işlenmekteydi. Ancak yine sol aydınlar
ve gazetecilerin haklı çıkmış olduğu nice zaman sonra anlaşılacaktı! Sağdan çok
çok az bir kesim ile soldan pek çok kesim cemaatin adını “F tipi yapılaşma” olarak dillendirmeye başlamıştı.
Sağlık problemleri bahane edilip ve tedavi
amaçlı olarak ABD’ye gidecek
güzellemeleri ile yurt dışına kaçmasında Ecevit’in
büyük payı olduğu için daha sonra haşa Allah’ın hatırlı kuluymuş ve Allah’ın
danışmanıymış gibi “Bir kişiye şefaat hakkım kalsa(!) onu da Ecevit için kullanırım!” diyecekti.
Bir türlü sağlık problemi çözülmüyor ve cemaatinin başına dönmüyordu: Onun
arkasından gidenler de “Neden gelip yargılanmıyor, inandığı davanın
bedelini ödemiyor? Bu adama nasıl güvenilir? Mücadelede en önde olması
gerekirken o kaçıyor ve mensuplarını ateşe atıyor!” diye zerre kadar
sorgulama yapmıyorlardı. Bu defa 2000’li yıllardan sonra spordan sanata,
siyasetçiden ticaret erbabına meşhurlar ABD’yi
su yolu yapmış, Pensilvanya’ya
uçuyordu!..
Devletin himayelerinde “Hamili kart yakınimdir” notları ile
yurt dışında faaliyet gösteren kolejleri pıtırak gibi artmaya başlamıştı. Yurt
dışı ziyaretinde bulunan devlet ricali ve siyasetçiler mutlaka o okulları da
ziyaret kapsamlarına alırdı! Yurt dışında ticaret yapmak isteyenler mutlaka
onların tezgahından geçmek zorunda kalırdı! ABD kendi izni olmadan küresel boyutta bir projeye olur verir miydi?
Böyle bir şey mümkün olamayacakken, onlar bizzat Fetullah Gülen tarafından dile
getirildiğini iddia ettikleri, “Duvarına asılı olan Osmanlı haritasını, ufkumu
daraltıyor diye kaldırtıp, dünya haritasını astırdığını” söyleyerek tüm
dünyaya yayılacağız propagandası yapıyorlardı. Milliyetçilikse, bundan daha
iyisi olamaz, diye müthiş sükse yapmaktaydılar…
2003 yılında ilkini yaptıkları “Türkçe Olimpiyatları” ile yabancı
çocuklara şarkılar türküler söylettiriliyor, şiirler fıkralar anlattırılıyor ve
yine spordan sanat, ticaret erbabından siyasetçilere ünlülerin arzı endam
etmesine zemin hazırlanıyordu. İktidar
mensupları Pensilvanya’ya selam yollama yarışına giriyordu. Devletin
darphanesi hatıra metal para, PTT’si hatıra pul basıyordu!
Bu arada 90’lı yılların suikastlarıyla
şehit edilen aydınları Çetin Emeç,
Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı arasına; Fetullahçı
yapılaşmanın devleti yıkma amaçlı kurulmuş ve dış güçlerce kontrol edilen
organize bir terör örgütü olduğunu çözen ve açıklayan Necip Hablemitoğlu da 2002’de bir suikaste kurban giderek şehitler
arasına girecekti!
Daha önce CIA raporlarında Türkiye’nin geleceğine damga vuran iki genç liderden söz etmiştim! İşte
onlardan birisi olan Muhsin Yazıcıoğlu
neredeyse her seçim öncesi halkın teveccühünü kazanacak ve dik duruşu ile
halkın gönlünde yer edinecek onlarca sınavdan alnının akıyla çıkmasına rağmen
seçimlerde hep bir şeyler olur, önü kesilirdi. O da “Aslında durakta bekleyen vatandaşımız BBP otobüsünün geldiğini görüyor
ve o otobüste rahatça oturup keyifli yolculuk yapacak ona da inanıyor! Lakin ne
hikmetse bizden önce önüne getirilen dolmuşa alel acele tıka basa bindiriliyor
ve ayakta yolculuk yaptırılıyor!” derdi.
Aydın Doğan bizzat kendisi “Sayın başkan siz basın yasasına destek
olun biz sizi aşamalı olarak üç ayda barajı aşıracak pozisyona getirelim!”
Halis Toprak bir grup adamını bir çuval para ile BBP genel merkezine gönderip “Başkanım biz sizi desteklemek istiyoruz,
yeter ki üzerimde oynanan oyunları bozun. İktidara getirecek serveti de önünüze
serelim!” Rahmi Koç mantar gibi bitmekte olan ve ciklet reklamı gibi İslami
TV kanallarında reklamları dönen sözde Holdingler(İttifak holding, Kaldera
holding, Kombassan holding, Yimpaş holding, İhlas holding …) “Sermaye alanında kirlenmeye ve
güvensizliğe sebebiyet veriyor. Bunların yarattığı olumsuz iklimden bizi
kurtarın!” Asker, bürokrat ve Cumhurbaşkanı düzeyinde yetkililer “İrticacı hükümete destek vermeyin
tehditlerimize aldırış etmediniz bari başbakanlığınızla kurulması öngörülen ‘Muhsin abi’ modelli hükümeti kurmayı
kabul edin!” önerilerinin hepsini elinin tersi ile itiyor ve hakim güçlere
“Ben milletimin bana vermediği hiçbir yetkiyi başkasından almam ve onlara
hizmet ediyormuşum gibi gözükerek iç ve dış mihrakların hizmetinde bulunmam!”
diyordu.
Dönüyor milletine de “Borç alan emir alır, kapalı kapılar arkasında pazarlık yapan hakim
güçlere diyet öder. Ben devletin derinini de sığını da tanımam! Ben
devletin şeffaf olanından yanayım. Ben derin milletten yanayım. Sizinle
büyüyeyim ki diyet borcumu da size ödemiş olayım. Gelin size uzattığım bu
tertemiz ellerimi tutun ve Anadolu’nun kavruk yüzlü, eli nasırlı çilekeş
insanları olarak sizin devlete uzanan eliniz olayım!” derdi. “Yoksa ben istesem
başbakan da olurdum, başbakan yardımcısı da olurdum. Siyaseti bırakıp
Türkiye’nin en zengin insanları arasında da olurdum. Ama ben sizinle olmayı ve
size olan platonik aşkımı gerçek aşka dönüştürmeyi istiyorum. Gelin uzattığım bu elimi tutun, bana oy
verin ve sizinle büyüyeyim!” derdi.
Millet de ona “Ah bi büyüsen de oy versek. Çok iyisin, çok hassın, çok dürüstsün ama
güccük partisin işte. Bir de azıcık da eğilip bükülsen de bi büyüsen! İşte o
zaman oy veririz.” derdi.
İşte birbirlerini platonik aşkla seven ve
uzaktan selamlayan bu iki söylemin sahibi aşıklar bir türlü yollarını
kesiştiremedi. Ülke siyasi tarihinin akademik araştırmalara konu olacak bu
trajikomik tablo neden ortaya çıkıyordu? Benim naçizane görüşüm şu idi:
Türk siyasi yapılaşması tavandan tabana doğru şekillenme
üzerine kuruluydu. Ve hep lider eksenli kurulmuş partileri, yapılaşmaları
kaldırıyordu. Oysa Muhsin Yazıcıoğlu lider sultalarına karşı çıkarak, son
derece karizmatik bir liderin yanında yetişmiş olan bir siyasetçi olmasına
rağmen siyaseti tabandan tavana doğru
şekillendirmek istiyordu!.. Kendisi hep o ilkeye sadık kaldı ve kendisine
güvenenlerin başını hiç öne eğdirmedi. “Ya öyle yaptı ama aslında o şunu
hedefliyordu. Öyle dedi ama aslında o şunu söylemek istedi!..” tarzında
diğer siyasilerin tamamında görülen tevil ve yorumlara mahkum bir taban hiç
oluşturmadı. “Yanlışımı düzeltin, hatamdan dönmezsem bırakıp siz devam edin. Peşime
düşmeyin birlikte yol alalım.” ilkesiyle ömrünün sonuna kadar yaşadı.
Fakat çok sevdiği milleti ise hep ona “Ey
sevdiğim bir gün bana, yar demedin, yaaar demedin!” türküsünü söylettirdi…
Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal tarafından kurulmuş olan Star TV de, Demirel’e yakın siyaset izleyen sermayedar grubundan
olan Uzan ailesince satın alınmıştı.
Ailenin uçarı kaçarı oğlu Cem Uzan
daha sonra siyasete de atıldı. 2002’de H.
Celal Güzel’in YDP’sini (Ondan habersiz bir şekilde) de bir nevi satın
alarak, delegelere para dağıtıp onların oy çokluğu ile paraşütle indiği partide
genel başkan olmuştu. Adını da “Genç
Parti” olarak değiştirmişti!
Hayati Yaman
.
Yazınızı okuduğumda, aslında millet olarak sürekli beynimize format atılmaya çalışıldığını anladım hocam. Hafızamız devamlı başa sarıyor, olayları birbiri ardına dizemiyoruz. Gördüğümüz, duyduğumuz medya organlarının yayımlarını hep yeni bir gözle görüyoruz. Oysaki tekerrür ediyor her şey. Aslında buradan milletimizi iyi ve temiz niyetini anlıyorum ancak bu çok tehlikeli oluyor çoğu zaman. Ülkemiz adına, vatandaşarımız adına, çocuklarımız adına, torunlarımız adına... Devletimize sızmaya çalışan yapılaşmalar hep vardı. Biz ne yaptık? Öncekileri unutup yola devam ettik.
YanıtlaSilBu seri yazılarınızı çok değerli buluyorum. Sahtekar bilgisayarcılar gibi sürekli format atılarak sıfırlanan hafızamıza; virüsleri ve casus yazılımları gözterip, hatırlatıp onlara bağışıklık kazanmamızı sağlayan ilaç gibi geliyor. Allah razı olsun hocam. Yeri gelmiş ve konusu açılmışken de buradan 'ÖKSE OTU' yazınıza da selam göndermek isterim...
Gelişmemiş ya da az gelişmiş ülkelerin durumu maalesef öyle Enescim. Eski ifadeyle fasid dairede dönüp durmak deniyor ona. Ben de koşu bandında mesafe kat etmeksizin koşmak yürümek diyorum. Terlemek, yorulmak var ama bir adım mesafe kat edememek kaçınılmaz sonuç oluyor. Sen "Ökse otu" dedin, ben de "Siyah Türkler" diyeyim...
Sil