ER KİŞİ NİYETİNE !
Yahuda Krallığı’nda dedikodu kazanı fokur fokur kaynamaktaydı. Halk, diline bu kez mabedin başrahibi İmran ile karısı Hanne’yi dolamıştı… İhtiyarlıktan kemikleri gevşeyip belleri bükülen bu çiftin çocukları olacaktı ha! Tekeden süt sağıldığı nerede görülmüştü? Yoksa kendilerini ebediyen çocuk sahibi olamama cezasına çarptıran Yahve, bugünlerde karar değiştirip onları beraat mı ettirmişti? Kim bilir, belki de bu yaştaki kadından karnına çöreklenmiş bir yılan dışında bir şey çıkmayacaktı.
Hanne, gününün çoğunu mabede vakfetmişti.
Oradaki en önemli ritüeli önüne bir rahle çekip üzerine Tevrat’ı ve Davut’un Mezmurları
’nı yaymaktı. Bu ulvî sayfalarda okuduğu her bir cümle âdeta lahuti bir kılıca
dönüşüp yüreğine saplanıyordu. Nasıl saplanmasındı ki! Rahimlerde olanı
şekillendiren Kudret, bir kayanın bağrına bir kuşun gagasıyla tohum bırakmıştı
sanki.
İmran, Hanne için hem bir ömür aynı yastığa
baş koyduğu bir eş hem de kendisinden tevazu, edep ve şefkati öğrendiği bir öğretmendi.
Yanakları al al olmuş anne adayı kocasıyla göz göze geldikleri bir gün, elini
karnına götürerek “Bebeğimizi Beytü’l Makdis’e nezrettiğimi sana söylemeliyim”
dedi. İmran’ın benzi attı. Cümleler boğazında düğümlendi. “Kadınım, doğunca nezretseydin bebeğimiz ya kız
olursa?” diye karşılık verdi. Mabede ancak erkek çocuk adanabilirdi. Karısı
sırtlarına ne ağır bir yük yüklemişti. İmran’ın yaşlı yüreği bu yüke fazla
dayanamadı. Doğuma üç ay kala bu dünyayı terk etti.
Hanne; oğlu İsmail’i, Rabb’e kurban olarak
sunan Azer oğlu İbrahim’i anımsadı. O, Nimetlerin Sahibine, en kıymetlisini
adamamış mıydı? Kendi de bu dünya gömleğine değil, ukba gömleğine göz koyduğunu
kanıtlamalıydı. Doğum anı gelene dek, ellerini göğe kaldırıp bakışlarını yere
düşürdü. Yüreğinden şükrü, dilinden zikri, zihninden tefekkürü eksik etmedi.
“Şeytan yavrusunu ayartıp onu dünyaya meylettirmesin” diye karnındaki bebekle
sürekli konuştu. Öyle ya! Bir bebeğin ilk hırkası anne karnındayken örülürdü.
Hanne, dualarını tığ yapıp yavrusuna edep, şefkat ve merhamet motiflerinden bir
hırka ördü.
Beklenen doğum gerçekleşti. Küçük misafir,
ortama sessiz sedasız teşrif etmişti. Herkes “İblis, parmağını onun kalbine
dokunduramadığından bebek ağlamadı.” inancına sahipti. Ebeler, ay yüzlü yavruyu
Hanne ‘ye uzattılar. Ona bir kız annesi olduğunu söylediler. Taze anne, bebeğine
“Rabb’in hizmetçisi” anlamına gelen “Meryem” adını verdi. Bu adın
erkeklere has olduğunun ayırdındaydı. Olsundu! Ameller niyetlere göre değil
miydi?
Bu doğum, Hanne’nin yaşlı bedenini çok
örselemişti. Artık ne bakışları ne de tavırları bu dünyaya aitti. Kendisi için
perdenin kapanmakta olduğunu vücudunun her zerresinde hissetti. Ama Yaratıcı
’ya verilmiş bir söz vardı. Loğusalık süresini önemsemeden bebeğini bağrına
basıp Süleyman Mabedi’nin yolunu tuttu. Ayaklarını sürüyerek oraya ulaştı.
Topuklarına yürümüş kanın ayak izlerine karıştığını, kırmızılığının sıcağında
hissetti.
Yahuda Krallığı, Eski Ahit’i imha etmeyi kadını
kitapla buluşturmaya yeğ tutardı. Mabedin
eşiğinde yaşlı bir kadın ve kucağında bir kız çocuğu, din adamlarının
öfkelenmesi için yeterli bir sebepti. Tabi! Hanne’nin kız kardeşi Eliza ve onun
peygamber eşi Zekeriya’nın rollerinin bu sahnede başladığından hiç kimsenin
haberi yoktu. Enişte, elçi olmanın verdiği sorumlulukla Rabb’ten bir işaret
bekledi. Kısa bir süre sonra yüzünde
tebessüm, nefes almakta zorlanan Hanne ’ye yaklaşarak “Gözün aydın! Adağın
kabul oldu. Mutlak Kudret yavrunu bir bitki gibi yetiştirecek. Beni de ona
bahçıvan kıldı…” (Al-i İmran 37) dedi.
Hanne, omurgasını çatırdatan bir yükten boşalmanın verdiği sevinçle
ruhunu teslim etti.
Başlangıçta bu doğumu “büyü, sihir” diye
niteleyip ağız dolusu sövenler, şimdilerde “Mesihi doğuracak bakire bu kız
olabilir.” düşüncesiyle İmran ve karısını övüyorlardı. Zekeriya gibi Tevrat
yazarı olan birçok âlim, bu çocuğa koruyucu olabilmek için sıraya girdiler.
Çocuğun kader yazgısını Eriha nehrine bırakılacak birçok kalemden ancak bir tanesi
çizecekti. Kimin kalemi batıp sürüklenmezse kuranın galibi o olacaktı. Sadece
Zekeriya’nın kalemi suyun üzerinde kalmıştı. Bu hususta daha önce Rabb’inden
semavi bir remiz alan Zekeriya’nın adı, halkın belleğine “Hami” olarak yazıldı.
Meryem,
altı yaşına dek anne yarısı Eliza ve eniştesi Zekeriya’nın kanatları altında
yaşadı. Çocukları olmayan bu yaşlı çift, evlat özlemlerini bir nebze onunla giderdiler.
Aynı zamanda Rabb’in bu emanetine göz kulak oldular. Birlikte geçen süre
zarfında Meryem, annesinin iri siyah gözlerinin, utangaç bakışlarının ve aheste
aheste yürüyüşünün teyzesinde yaşadığını çevresinden işitti. Bu onu, daima
eksikliğini kalbinde taşıdığı annesini her baktığında kendisi ile mezcettiği
teyzesine daha çok yaklaştırıp aile bağının manasına erdirdi. Nihayet çocuğun
uzlete çekilme vakti gelip çattı. Zekeriya eşine “Kadınım, benim bu bitkiye
görünürde bahçıvan olduğumu biliyorsun. Asıl bahçıvan Mevla’dır. Onu bahçesine
götürmek gerek” dedi. Eliza “Anne karnındayken bizleri bir hücrede göbek
kordonuyla besleyen Rezzak, bu yavrucağı bir mabedin hücresinde besleyip büyütmeye
kadirdir” diye teslimiyet dolu bir karşılık verdi.
Mabedin anahtarlarını belinde taşıyan Allah elçisi,
çocuğu merdivenle çıkılabilen bir mahfile yerleştirdi. Muhteris Levililer ve
hahamlar daha ilk günden hain planlarını devreye soktular. Odasına taş mı
atmadılar, kapısının eşiğine vahşi hayvan mı koymadılar? Amaç bu uğursuzu
ürkütüp oradan uzaklaştırmaktı. Ancak tüm tuzakları çöp olup âdeta coşkun bir
nehir tarafından sürükleniyordu. Bu çocuğun muhafızının Allah olduğunu nereden
bileceklerdi ki! Mabet küçüğün gözlerinde zamanla dizlerine oturabileceği bir
babaya, başını göğsüne yaslayabileceği bir anneye dönüştü.
Eniştesi, bazen ona teyzesi Eliza’nın
elleriyle yaptığı çöreklerden getirirdi. Bazen de çıkınında Kudüs’ün bodur
zeytinliklerinden toplanan birkaç zeytin ve bir parça çavdar ekmeği olurdu.
Zekeriya, o gün öğrenilmesi gereken duaları rahlenin üzerine bıraktığını
giderayak Meryem’e hatırlatırdı.
Her peygamber, elinin emeğiyle geçinirdi.
Zekeriya peygamberin geçim kaynağı ise marangozluktu. Meryem’e yedi kapısı olan
bir mekân yaptı. Sabahları bütün kilitler sadece onun elleriyle açılır,
akşamları yine aynı ellerle kapatılırdı. Meryem, fanilik âlemine açılan bu kapıların kalbin secdesiyle
teker teker kapanacağına inanıyordu.
Meryem, görünürde yüzlerce erkek öğrencinin
bulunduğu bir mekânın yalnızıydı. Belki de yalnızlık: Bir insanın başkalarına
sırt çevirip alnını kendisine muhatap kılmasıydı. Oysa onun muhatabı Mevla’ydı.
Mutlak Kudret’in arkasında saf tutup el bağladığı bu zindan aslında kendisine
saray olmuştu.
Meryem, anne karnındayken kendisine örülen
edep hırkasını sırtından hiç çıkarmadı. Ayrıca yıllarca diz kırıp önünde
oturduğu hayâ gergefinde kendisine nakış nakış iffet gömleği dokudu. Siretinin
güzelliği suretine yansımıştı. O, hayvanlara kürkün “İnsan” denen canlıya en
çok bu iki urbanın yakıştığını düşünürdü.
Zekeriya,
soğuk bir kış günü Meryem’in odasına girdi. Gözlerine inanamadı. Mahfilin orta
yerinde bu mevsime ait olmayan rengârenk üzümler, seçkin incir ve zeytinlerden oluşan
bir sofra duruyordu. Mabetin hizmetlileri tarafından getirilmiş olabilir miydi?
Oysa onlar bugün Meryem’in yanına hiç uğramadıklarını söylüyorlardı. Allah’ın
elçisi ;“Ey Meryem! Sana bu sofra nereden geliyor?” diye hayretle sordu. Meryem, “Bana bu sofrayı dilediğine hesapsız
rızık veren Nimetlerin Sahibi gönderdi .” diye karşılık verdi. Zekeriya,
Rabb’in Âdem ailesini, İbrahim ailesini seçtiği gibi İmran ailesini de
seçtiğini hatırladı. “Takva ve tevhit sınavını kazananlar aziz bir kürsüye
çıkarılıyorlar.” diye düşündü. Meryem, o gün Rabb’in melekler aracılığıyla kendisine
ikram ettiği sofrayı kimsesizlerle, yoksullarla paylaştı.
Şehrin karanlık sokaklarını zeytinyağıyla
beslenen kandiller ışıtıyordu. Halk arasında; “ Duydunuz mu? ‘Er kişi niyetine’ mabede adanan bakire
Meryem, Tevrat’ı okuyup yazabiliyormuş. Ona gökten sofralar iniyormuş. Gariplerle
paylaştığı yiyecekler mideye, duası ise sadra şifaymış…” şeklinde cümleler
yayıldı. Onun dilinden bu âleme ait olmayan birtakım kelimeler duyup güzel
suretini görmek isteyenler mabedin önünde sıraya giriyorlardı. Zalim kral Herot
ve dünyaperest din adamlarının karanlığını yırtacak ışığın kaynağı Meryem
olabilir miydi?
“Ey Meryem, Rabb’inin huzurunda saygıyla el
bağla. Secdeye kapan ve rükû edenlerle birlikte rükû et!”(Al-i İmran -43) Mutlak Kudret, Meryem’in mabede girip toplu
ibadete dâhil olmasını emrediyordu.
Buraya geldiği günden beri din baronları ve zalimlerin şeytanın bile
aklına gelmeyecek kumpaslarına maruz kalan Meryem, bir kadın olarak onlarla aynı
safta el mi bağlayacaktı? Düşüncesi bile korkunçtu. Bu durum âdeta yüzme
bilmeyen bir kişinin kendisini azgın denizin karanlık sularına bırakması değil
miydi? Sıtmaya tutulmuş gibi titredi. Bu konuda “Rabb’imin emri edepten ve
korkudan daha öncedir.” diye düşündü. Parmaklarının ucuyla havranın kapısını
araladı. Rükûa eğilmiş yüzlerce baş gördü. Yaratıcı’nın huzurunda burunlarının
sürtülmesine ramak kalmıştı. Zira secde nefsin törpülenip yere kapaklanması
değil miydi? Din adamları “Bu kadının burada ne işi var? Musa şeriatına göre
bırak mabette namaz kılmayı, buraya girmesinin bile yasak olduğunu bilmiyor
mu?” diye homurdandılar. Oysa kurdukları
her bir cümlenin kendi şeriatları, yani çarpıttıkları dinin mahsulü olduğunu
adları gibi biliyorlardı. Hem aynı zihniyet “Eski Ahit bize yetmez.” diyerek “
Gemara” ve “Mişna” adında yeni metinler türetmemiş
miydi? Suçlanan Meryem, onlara dönerek “Böyle yapmayı bana Allah emretti. İnsan
kime kul olmuşsa onun işlerine koşar. Ben kalbimi Allah’a has kıldım.
Ayaklarımla O’nun ayak izlerine basıyorum. Sizleri ise durmaksızın İblis ’in
ayak işlerini yaparken görüyorum.” dedi. O günden sonra kitaplar onun adını
altın harflerle“Azize Meryem” diye yazmaya başladı.
Kimi günler Zekeriya’nın getirdiği çıkında
öksürüğe iyi geldiği söylenen zufa otu bulunurdu. Meryem, onun rayihasına bayılırdı.
Ama bugün mabette kendisini mest eden bambaşka bir koku vardı. Sanki bu dünyaya
değil, semavi iklimlere aitti. Önce köşede bir siluet belirdi. Sonra ona ait
bir beden ortaya çıktı. Kokunun kaynağı uzun dalgalı saçları, geniş omuzlarıyla
yakışıklı bir erkek suretinde karşısında duruyordu. Birden Yusuf’u seyrederken
parmaklarını doğrayan kadınlar hatırına düştü. “Onlar şimdi burada olsalardı bu
delici güzellik karşısında ellerindeki bıçakla tüm iç organlarını
parçalarlardı.” diye düşündü.
“Meryem karşısındakine… ben senden Rahman’a
sığınıyorum.” (Meryem-18)dedi.
Aslında bu erkek, Cebrail’di. O dedi: “… Sana tertemiz bir oğlan bağışlamak
için buradayım.”(Meryem-19) Meryem
dedi: “… bana herhangi bir insan dokunmadı. Ben bir kahpe de değilim.(Meryem-20) Ruh dedi: “İşte böyle! Rabb’in
buyurdu ki: O benim için çok kolaydır…”(Meryem-21)
Bu diyaloglar esnasında Rabb’in elçisi göz kapaklarını hiç kaldırmadı. Ve o
sarsıcı rayihasını geride bırakarak gözden kayboldu.
Meryem, Mutlak Kudret’in kullarını üzerine en
çok titredikleri şeylerle denediğini düşündü. İbrahim’i oğlu, Lut’u karısı,
Yusuf’u ise Züleyha ile sınava tabi tutmamış mıydı? Şimdi kendisini elindeki en
değerli hazine olan, iffetiyle deniyordu. Hem bir cevherin ayarını içine
atıldığı ateş belirlemez miydi? O, ömrünü kömür parçalarına değil elmas
şamdanlara değiştiğini göstermeliydi.
Azize Meryem, bir damla er suyuyla değil
Rabb’in bir yudum nefesiyle hamile kalmıştı. Karnı gün geçtikçe büyüdü. Bu
durumu gizlemek için daha bol elbiseler giydi. Doğum anı kapıya dayanmıştı.
İçini donduran bir Kudüs soğuğunda şehri terk etti. Bu durumdan kimsenin haberi
olmadı. Beytüllahim dolaylarında bir mağaranın önüne geldi. Oraya dünyaya ait
tüm zincirlerden, prangalardan azat olup girmeliydi. Evet, şimdi yalınayaktı.
Hurma kütüğüne doğru yaklaşıp sırtını ona yasladı. Aman Allah’ım! Ne büyük
sancılar çekiyordu. Olsundu! Karnındaki bebek Allah’ın Kelimesi değil miydi?
Böyle kutsal bir yüke hamallık yapmak elbette kolay olmayacaktı. Yaslandığı
hurma kütüğü, tıpkı bir ebenin duyarlılığıyla sancısına merhem olmak istiyordu.
Bulunduğu yerden doğrulup ona olgunlaşan yemişlerinden ikram etti. Meryem,
diğer eliyle kalp şeklinde çanak yaprakları olan bir çiçeği kavramıştı. Nihayet
içine düştüğü sancı zindanından ona özgürlüğünü olgunlaşmış hurmalar ve
sıklamen rengindeki bu çiçek bahşetti.
Şimdi bu durumu yaşadığı topluma nasıl
anlatacaktı? “Ah! Keşke,… bundan önce unutulsaydım.”(Meryem-23) Ölmeyi “iffetsiz” diye yaftalanmaya tercih ederdi. İsa’nın tıpkı Âdem gibi babasız dünyaya
geldiğini, bazı çiçeklerin eşleri olmadan hava yoluyla üreyebildiklerini… ve tüm bunların Rabb’in kudretinin bir
nişanesi olduğunu söylese halkı ikna edebilir miydi? Bir yandan şu cümleye
tutunup kendisini teskin etmeye çalışıyordu. “Tek başına bir mağarada, bir dağ
başında yaşamaktansa kalabalıkların ortasına girip kınanmak daha efdaldir.”(Hadis)
Meryem Ana,
gelecekte İsa Mesih’i önlerine katıp Golgota tepesine sürükleyecek kalabalıklardan
habersiz, kucağında bebeğiyle Kudüs’e doğru yaklaştı. Karşısında çocuğundan
yaşlısına, mümininden kâfirine kendisine sabitlenen birçok göz buldu.
Bakışlarda çözemediği bir efsuna rastladı. Ona ne yapacaklardı? İlk taşı en
günahsıza uzatan kim olacaktı veya yargılayıp infaz hükmünü veren ele kim
uzanacaktı? Şimdiye dek kalbi hiç bu denli yorulmamıştı. Ağızlardan çıkacak
zehirli okları, konuşmayı terk ettiğini ima edip savuşturabilir miydi? Böyle
bir direniş ise surları savunmanın en meşakkatlisi değil miydi? Ama Mutlak
Kudret, kendisini susturup sönük bir imsak ettirdiği Meryem’e, bebeği İsa’yı
konuşturarak gösterişli bir iftar sofrası hazırlamıştı. Ve Meryem’in hikâyesi
aslında burada başlamıştı.
(Ayarsız Dergisinde yayınlanmıştır.)
Fırat KÖKLEN
Erkek egemenliğinin yıkılışına tanık oldum. Emeğine sağlık Fırat hocam. Yeni Meryemlere ve Meryemlerin annesi Hannelere ne kadar da ihtiyacımız var. Namusu kadın üzerinden dillendirmenin ve iffetli bir kadının gelenek algısına susma orucu ile yenik düşmesinin ama gök sofrası ile orucunu açmasının muhteşem iklimini yaşattın bize. Minnettarız hocam. Blogtaki harika ev sahipliğinle bizi böyle ağırlamaya devam et sevgili hocam...
YanıtlaSilEstağfurullah abi.Safınızda yer ayırdığınız için asıl ben minnettarım.
YanıtlaSilFelsefe-din ikilisini homojen bir şekilde nasıl karıştırırsın, sorusu bana sorulsa işte bu yazıyı örnek veririm hocam. Bütün alt dallarıyla birlikte felsefeyi kullanıp dinin yegane sahibi Tanrı'ya atıfla yakaladığınız kompozisyonlar, adeta zihin açıyor. Devamının nasıl olacağını merakla ve sabırsızlıkla bekliyorum. Elinize sağlık...
YanıtlaSilTeşekkürler Enesciğim. Söz ile susulup beden ile konuşulan bir çağda kelamı sahnenin orta yerine çıkarmaya çalıştım. Bir nebze başarılı olduysam ne mutlu bana.
YanıtlaSil