28 ŞUBAT’IN GÖRÜNMEYEN YÜZÜ
1997’nin 28 Şubat günü yapılan Milli
Güvenlik Kurulu kararlarını Erbakan başbakanlığındaki RefahYol koalisyon
hükümeti uygulamıyordu. Haklı gerekçe olarak da “Onlar tavsiye kararlarıdır. O kararları uygulayıp uygulamamak bizim
tasarrufumuzdur. Koalisyon protokolümüzde o maddeler yok.” diyordu.
O sırada kendisine baskılar da son hızıyla
devam etmekte idi. Şimdiye kadar hiç bahsetmediğim o dönemin ‘Hoca Efendisi’ Fetullah Gülen de artık sahnede idi!
Hem gazeteleri, hem de televizyonları aracılığı ile medyada arzı endam ediyor, ‘Beceremedin çekil. Yeter artık bırak git.
Yüzüne gözüne bulaştırdın.’ Manşetleri ile mesajlar veriyordu. Hem sermayeye,
hem de askeriyeye göz kırparak “Ben ciciyim, Erbakan tu kaka!”
mesajını yolluyordu. Erbakan’ın daha çok tarikatlarla arasının iyi olmasını,
onun aleyhinde kullanıyordu. “Biz cemaatiz, biz okumuş yazmış aydın
kitleyiz. Sarık, cübbe, şalvar bizde yok. Onlar radikal İslamcı, biz ılımlı
İslamcıyız.” Dinler arası diyalog teziyle de “Biz dış dünyayla da barışığız, onlar sorunlu!” imajını alttan alta
iyice işliyordu.
ABD piyonu Suud Kralı’nın kendisine destek
olacağını düşünerek, ondan medet ummak üzere Arabistan’da olan Başbakan Erbakan’a, Diş tabibi General Osman Özbek, ağır hakaretlerde
bulunuyordu. Ayrıca benzer bir ziyaret de Libya’ya yapmıştı. Kaddafi kendisini
çadırda ağırlamıştı! İslam birliği kurma hayalleri peşinde olduğunu bildiği
için ve halifelik retoriğine ket vurmak için Kaddafi ayağa bile kalkmadan
aşağılayıcı bir tutumla Erbakan’ı huzuruna kabul etmişti. Bu tutum ve
davranışları ile Erbakan, ‘ülkenin onurunu kırıyor’ diye haklı olarak çok
eleştirilere maruz kalıyordu!
Şimdi sizlere Necmettin Erbakan’ı biraz
daha yakından tanıtayım!
Türk siyasi hayatında “Hoca” lakabıyla yer edinen Erbakan, dindar bir insan olduğu için
herkes o lakabın oradan geldiğini düşünürdü. Oysa çok zeki ve çalışkan olan
Necmettin Erbakan o lakabı, Profesör unvanından almıştı. Demirel ve Özal ile de okul arkadaşı idi. İTÜ Makina mezunu olan Erbakan hoca, Motor alanında akademik
kariyerine devam etmişti. Almanya’da askeri ve sivil motor fabrikalarına bizzat
bilimsel ve pratik üretim alanında katkılar sunmuş bir hocaydı aynı zamanda…
Hatta Alman ordusunun meşhur Leopar
tanklarının projesini çizmiş ve ölene kadar oradan maaş almıştı. Almanya’daki
çalışmalarını birlikte yürüttüğü akademisyen Prof Schmidt Erbakan hoca için “Keşke siyaseti seçmeseydi. İnsanlık bilim
adına çok büyük bir değeri kaybetti!” demişti…
Türkiye’de
çok ortaklı bir modelle faize de bulaşmadan “Gümüş Motor” adıyla sanayi alanında yer edindi. Bayrampaşa’da
pancar sulama motorları imal etmeye başlandı.
12 Eylül
1980 askeri darbesinden sonra kapatılan bir parti olan ‘altı kez gittim, yedi kez
geldim.’ diyen Süleyman Demirel’in Adalet
Parti(AP)’si 1969 yılında Erbakan hocayı aday göstermeyince, kendisi
Konya’dan bağımsız aday olarak seçimlere girmiş ve milletvekili seçilerek
mecliste yer alabilmişti.
Ardından
Türk siyasi hayatında “Milli Görüş”
diye adlandırılan İslamcı kanadın ilk siyasi partisi olan Milli Nizam Partisi’ni 1970 yılında kurmuştu. MNP, 1971 askeri
darbe sonrasında kapatılınca yerine Milli
Selamet Partisi’ni kurdu. MSP de 1980 Askeri darbesinde tıpkı AP gibi
kapatılan partiler arasında yer aldı. Onun yerine işte anlattığımız tarihsel
kesitte isminden bahsettiğimiz Refah
Partisi ve lideri Necmettin Erbakan,
siyasi söylemlerinde öne çıkardığı ‘Adil
düzen’ siyasal terminolojisi ile ‘Ben
bu arenada yine varım.’ diyordu. Ve artık Milli Görüş, kendi siyasal
geçmişinde RP ile 54. TC hükümeti olarak başbakan düzeyinde iktidarda idi…
Bir yıllık
iktidarı darbe ve ayak oyunları ile sonlandırılmış ve partisi yine
kapatılmıştı.
Ülkemizde
gerçekleştirilen her askeri darbenin ve müdahalenin arkasında mutlaka ABD vardı. Şimdi 28 Şubat’ın ABD boyutu ve küresel sermaye ayağına da değinmek
istiyorum. Hatta konu ile ilgili ilk sunumumda Çevik Bir ve ABD bağlantılı
sorular sormuştum dikkat ederseniz…
Erbakan
hoca yerli ve milli idi kuşkusuz. Lakin kemikleşmiş tabanına yönelik söylemleri
ise farklı düşünen kesimlerde tedirginlik oluşturuyor ve güven vermiyordu. Hatta
“Sultan Fatih, Abdülhamit Han milli
görüşçü olduğu gibi bugün Atatürk kalksa gelse, o dahi milli görüşçü ve Refah
partili olurdu.” derdi. Bu söylemi bile endişeli kesimlerce asla inandırıcı
bulunmaz, onlarda takiyye yaptığı kanaatini pekiştirirdi. Geleneksel İslamcı
yapılaşmalardan gelen ve oralardan beslenen Erbakan hoca ve Refah Partisi
zihniyeti tarikat çevrelerince kadın yöneticiye sorunlu bakıyor, öyle bir
durumda “Yerin altı, üstünden daha hayırlıdır!” haşa uydurma hadisi
onların rotasını çiziyordu! Ve kadınla tokalaşmak haram
sayılıyordu. Gel gör ki, kaderin cilvesi işte, siyasi ortağı bir kadın idi.
Bir yandan
o yasak(!) ve haramlara(!) kılıf uydurularak taban diri tutulmalı, diğer yandan
da öncesinde danışmanlarınca korkutulan Tansu Çiller, açıklamalar yaparak
endişeli kesimi rahatlatmalıydı! Tansu hanım, ‘çok kibar ve nazik bey efendi’ açıklamaları yapmasına, Erbakan
hoca Versace marka kravatları ile
magazin medyasına konu edinmesine rağmen bir türlü seküler kesim tatmin
edilemiyordu.
ABD ve Batı
karşıtı politikalarını hiç gizlemeden dobra bir dille açık seçik ifade ederdi.
Hatta “Her ne kadar Dünyayı yöneten dev olarak karşımızda ABD duruyor gibi
gözükse de, aslında o da bir maşa. O maşayı elinde tutan bir el var. O el,
Yahudi kökenli küresel sermaye patronları ve onların desteğiyle ayakta durup
Müslümanları katleden Siyonist İsrail’dir!” derdi.
Semavi din
olan Yahudilikten ayrılıp Kabala dini
olarak Siyonist bir anlayışla tüm insanların kanını emen bir inanç sisteminden
söz etmekteydi. Sermayeyi elinde bulundurup kendilerine asla faiz vermeyen ama
diğer bütün insanlığı faizle boğmaya çalışan bir ekonomik devden bahsetmekte
idi.
İnsanlar bu
ifadeleri ve küresel çapta bir faizci emperyalist soygun düzenini ilk defa onun
ağzından duymakta idi.
Her şeyin
planlı bir şekilde ilerlediğinden söz ederek; Theodor Herzl, Emanuel Karasu ve Haim Nahum ideologlarınca
planlanan Büyük İsrail Projesi’nin
Abdülhamit döneminden bu yana uygulanmaya çalışıldığından bahsederdi hep. İlluminati yapılanması ile aslında tüm
dünyayı kapitalist faizci küresel sermaye yönetiyor. Bu güçlerin karşısında tek
başına RP mücadele veriyor, diğerleri onların işbirlikçi uşaklığına soyunarak
Müslümanları kandırmaktadırlar, tezini ileri sürerdi. Dış politikaya yönelik
söylemleri böyle olduğu için doğal olarak dış güçlerin engellemeleri ile
karşılaşacaktı.
İktidar
sürecinde ekonomik dış politikalarda küresel güçleri tedirgin edecek hamleler
yaptı. G5 diye nitelendirilen (ABD, Rusya, Çin, Birleşik Krallık ve Fransa) gelişmiş ülkelere karşılık; D8 diye
nitelenecek olan (Bangladeş, Endonezya, İran, Malezya, Mısır, Nijerya, Pakistan ve
Türkiye) gelişmekte
olan ülkeler birliği oluşturmuştu. Bu ülkeler aynı zamanda halkı Müslüman olan
ülkeler olduğu için oradan ‘İslam Ortak
Pazarı’ ve ortak ‘İslam Parası’
kurmayı da hedefleri arasına almıştı. Genellikle tüketici olan bu ülkeleri
küresel sermaye karşısında güç birliği ile ezdirmemeyi hedefliyordu.
Doğal
olarak bunlar Erbakan Hoca’nın ipinin çekilmesine fazlasıyla neden olacak
etkenlerdi.
İktidara
geldiğinde kurduğu ‘Havuz Sistemi’
ile ülke ekonomisinde müthiş gelişmeler yaşatmış ve borçlanmayı ortadan
kaldıracak olan ’denk bütçe’ den ilk
kez söz edilmeye başlanmıştı. Gelir gideri eşitlemeyi ikinci yılın koalisyon
şartlarına koymuştu.
Montaj
sanayisiyle Koç Holding’in ürettiği Tofaş
serisi ve Askeriyenin yan kuruluşu olan Oyak’ın ürettiği Renault serisi otomobiller için
Erbakan; ‘Ülkemizde tenekeler Mercedes fiyatına satılıyor’ söylemi ile müthiş
bir heyecan oluşturmuştu. İlk başta ‘10 yaş ve altı’ şeklinde hazırlanan yasa,
daha sonra ‘5 yaş ve altındaki’ şekline dönüştürülerek Cumhurbaşkanının
onayından geçmişti. Bu yasaya istinaden Avrupa arabalarının daha uygun fiyata
yurda getirilmesi ve satışları ile ülke ekonomisine müthiş kazanç sağlanmıştı.
Hem ülke kazanıyor, hem de daha ucuza çok kaliteli ve konforlu araçlara sahip
olan halk kazanıyordu.
Erbakan’ın
teneke diye tabir ettiği Doğan, Şahin, Kartal kuş isimli
serilerde ve Toros, Broadway serisi araçlarda bırakın ABS ve klimayı,
hidrolik direksiyon ve otomatik cam açma özelliği bile yoktu!
‘Anadolu kaplanları’ diye adlandırılan Küçük ve Orta Ölçekli (KOBİ)
sanayicileri Uzak Doğudaki ülkelere götürüp ticari ilişkiler kurmalarının önünü
açıyordu. Teknoloji ve Sanayi üretiminde oldukça önemli yer tutan Japonya,
Malezya, Güney Kore gibi ülkelerle bağlantılar kurarak onları ‘Asya kaplanları’ na terfi ettiriyordu.
Sıfır araçlar olarak Mazda, Toyota vs yaygınlaşmaya başlıyor, ‘Jet Fadıl’ lakaplı meşhur dolandırıcı
Fadıl Akgündüz, Jet Pa
distribütörlüğüyle Proton marka
araçlara ülkede sahne aldırıyordu. Haliyle bu girişimler, sermayedarların
tepkisini çekmişti. Onlar da içerden kazan kaldırıyor ve TÜSİAD aracılığıyla
darbeye omuz veriyordu.
Erbakan da,
TÜSİAD’a alternatif olarak 1990’da
kurulmuş olan MÜSİAD’a ağırlık
veriyor ve yukarıda zikrettiğim KOBİ’lerin bu çatı altında birleşmelerini
öneriyordu. Elbette bu durumdan ülkenin kaymağını yiyen elitist sermayedarlar daha
da rahatsız oluyordu. Her ne kadar
açılımı, ‘Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği’ olsa da dönemin
tedirginleri ve muktedirleri o kurumsal yapıyı ‘Müslüman Sanayici ve İşadamları Derneği’ olarak adlandırıyordu. Ve
yaşanacak darbe döneminde onlar da sıkı denetimlerle ‘yeşil sermaye’ adıyla fişlemelere maruz kalıyordu. O maruzattan
uzak kalmak isteyenler ise ya TV tanıtım kuşaklarında 10. Yıl Marşı müzikli reklamlar veriyor, ya da şirket yönetim
kurullarına yüksek maaşlı emekli
askerleri alarak koruma zırhına bürünüyordu.
Nihayetinde
olayın perde gerisi çok farklı gerekçelere dayanmasına rağmen; RP’nin
söylemleri ve ilk sunumumda bahsettiğim Fadime Şahin, Ali Kalkancı, Aczimendi Müslüm
Gündüz başrolüyle sergilenen tiyatro önüne fatura olarak kesilip “irtica geliyor, laiklik elden gidiyor.”
yaygaraları ile Erbakan hoca iktidarına son verildi. Partisi kapatıldı, kendisi
siyasi yasaklı oldu. Fakat yaptığı savunmalarındaki basına yansıyan bocuk
boncuk terlemiş fotoğrafları ile bu defa Türk siyasi hayatında ‘savunan adam’ lakabı ona çok uygun
görülmüştü.
Ayrıca
Partinin avukatlığını ve sözcülüğünü yapan, kendi milletvekillerinden Cemil Çiçek; kapatma davasında RP’yi
savundu mu, yoksa daha ne duruyorsunuz kapatın da biz ABD ile uzlaşmacı bir
parti ile yola devam edelim demek mi istedi? Orası da muamma idi!
“Freni patlayan otobüs kaza yapmış. Şoför kan
revan içinde, yolcular perme perişan!” Bu sözler de, siyasi tarihimizin hep ikinci
adamlarından olarak çok etkin yer edinmiş ilginç bir karakter olan Cemil Çiçek’in tarihe geçen
sözlerinden! Artık Otobüs ne, şoför kim? Onu da siz bulun…
Hayati
Yaman
Yorumlar
Yorum Gönder
Lütfen yorumlarınızı bizimle paylaşınız. Yorumlarınız bizler için çok değerli. Onaylama işlemi zaman alabilir. Hakaret içeren yorumlar onaylanmayacaktır.