TEBDİLİM, TATİLİMDİR.


Yarıyıl tatilinde bir sabah ve ben yine erkenden uyanıyorum. Oysa makine dişlilerinin un ufak ettiği yaşamak ve insan yorgunu modern birey tatil günlerinde ortopedik yatağında horlayarak uyumalıdır. Bu merasim güneş tepe noktasına ulaşıp da kendisine selam verene dek sürmelidir. Oysa “Sorgulanmayan hayatın yaşanmaya değer olmadığına inanan ben, zaruri vakit kaybı olan uykuya dahi yatmazdım.” Erkenden kıyam eden ben, koridorda doğaçlama ilerliyorum. Gözlerime kalın bir sis çökmüş, bu tabakayı kırmam gerekiyor, ellerimle çevremi yokluyorum. Yakınlarda ne levye var ne de keski. Türüme özgü bir çözüm yolu buluyorum: Ellerimle gözlerimi ovmak. Sis tabakası inceliyor, inceliyor ve ben oturma odasının penceresinden birçok şairi tahrik eden kaldırımlara bakıyorum. Bu bakış: “Gördüklerimin şahidi miyim yoksa maliki miyim?” bakışı değil, sadece havayı tartıyorum. Kaldırımlarda ne üst üste bindiği halde birbirini ezmeyen kristalize kar taneleri var ne de şehit haberi almışçasına sarsılıp yakasını, bağrını yırtmış bir bulutun yanaklarından süzülen yağmur damlaları. Pencereyi açıp başımı dışarı uzatıyorum. Başımı uzatmamla pencereyi kapatmam ışık hızında gerçekleşiyor. Kuru, insanın içine işleyen bir soğuk var, öyle bir soğuk ki ellerimi kulaklarıma götürsem kulaklarım öldürücü darbeyle nakavt olan bir boksör gibi yere serilecek. Akrep ve yelkovan zamanın heybesinden ciddi bir mesafe almadan, ben tatil günlerinin rutini olan pijama, terlik ve televizyonun koynuna girmeyi ısrarla reddediyorum. Bunlar benim üç zindanım. Ve ben zindana atılmak, zindanda çürümek istemiyorum.


Aklıma birdenbire başrollerinde Cüneyt Arkın ve Mine Mutlu’nun olduğu “Alageyik” filmi geliyor. Filmin merkezinde yer alan Halil’in gönül duvarına bir alageyiğin kıvılcımı düşüyor. Kıvılcım kor oluyor, kor büyüyor, büyüyor ve ateş topuna dönüşüyor. Halil’in gönlünü yangın yerine çeviriyor. Sanki geyik çok kısa iplerle onu kendine bağlıyor. İlerleyen sahnelerde Halil Zeynep ile evleniyor ve zifaf gecesi kara gözlü Zeynep’inin yanına gidiyor. Onun zaafını bilen düşmanları geyik boynuzuna üfleyerek sahte geyik sesi çıkartıyorlar. Maksatları Halil’i ormana çekmek ve onu kuytuda haklamak. Sesi duyan Halil’in eli ayağı birbirine dolaşıyor. Halil, Zeynep’in gönlünü şu cümlelerle almaya çalışıyor: “Bebek sütsüz, toprak susuz olur mu Zeynep’im. İşte ben de avsız ve geyiksiz olamıyorum.” Ve dizginlenemeyen Halil ormana akıyor. Bu sahneyi her hatırladığımda Zeynep’in yüzüyle karşılaşırım ve içim burkulur. Hatta bu sahneyi absürt bulurum. Evet, benim de herkes gibi bir alageyiğim var. Ama onun yeri başka Zeynep’imin yeri başka. Halil, filmde aklı güdüleri tarafından ele geçirilmiş, tutuklanmış insanı temsil ediyor belki de. Tutkusu, güdüsü jokey olup Halil’in sırtına biniyor ve onu istedikleri yöne dörtnala sürüyorlar. Benimse aklım jokey, güdülerime dilediğimce yön veriyorum.

Tam bunları düşünürken benim alageyiğim de kitaplıktan sesleniyor. Kitaplığın kapısını açıyorum ve ırmağın denize kavuşması gerçekleşiyor. Evimize taşındığımız günler geliyor aklıma. Lise son sınıftaki öğrencilerimle eve ilk taşıdığımız eşya, ne zigon sehpa olmuştu ne de anneannemden bize kalan singer marka dikiş makinası. Anneannem demişken kış aylarında neredeyse hiç sönmeyen kuzinesinde yaptığı cevizli ketelerin kokusu geliyor burnuma.1.45 boylarındaki bu Anadolu kadını minicik elleriyle lezzeti hep aynı, kokusu hep aynı olan bu sanat eserini nasıl yaratıyordu hayret ediyorum. Belki de Anadolu kadını olduğu için, çocuk denecek yaşta evlendirilip hayatı sırtında taşımaya başladığı için, sanatçı olmaktan başka seçeneği olmadığı için. Ve dikiş makinesinin benim için kökü geçmişte, gövdesi bu günde, dalları da istikbale uzanan bir çınar olduğunu düşünüyorum.

Nerede kalmıştık evet, ilk olarak eve ne zigon sehpa, ne de dikiş makinası taşınmıştı. Koli koli kitap taşımıştık kitaplığa ve ben onları ayarlanabilen raflara evsafına göre dizmiştim. Dinî kitaplar, felsefi kitaplar, romanlar, novellalar, biyografiler… Gün boyu süren bu eylem benim için adeta bir ayindi ve ben bu sunakta sayısız kurban vermeye hazırdım. Acıktığımı da yorulduğumu da anımsamıyorum. Öyle ya sevdiği işi yapan hangi insan yorulduğundan, acıktığından, yıprandığından, sabahları ayaklarının işe geri geri gittiğinden bahseder ki? Çocukluk hayalim simetrik ve asimetrik raflarla ete kemiğe bürünmüş halde karşımdaydı. Benim de artık tamamı kitap sesinden ve kitap kokusundan oluşan bir odam vardı. Öyle ya içerisinde kitap olmayan evin nesi tamamdı ki, çatısı mı, evin cumbalı penceresi mi, çift tokmaklı kapısı mı? Bu hayalimin gerçekleşmesinde bana en büyük desteği sevgili eşim vermişti. Desteği hâlâ katmerlenerek devam ediyor; ama ara sıra bana kitaplar mevzusunda tariz yapmayı da ihmal etmiyor. “Senin cenazeni kitaplar defnedecek. Yıllardır çok içe dönük yaşıyorsun, mağarandan dışarı çık, cebindeki para tedavülden kalkacak, arkadaşlarınla buluş vb.” cümleler kuruyor. Ben bu sözleri üzerime almıyorum, kısa bir süre önce okuduğu ashab-ı kehf kıssasına yoruyorum. “Beni taşıyacak dört kolluyu çok değil, şöyle dört nitelikli kitap omuzlasa ve beni kitap şeklindeki bir lahite defnetse hiç fena olmaz.” diye düşünüyorum.


İnsanı ise tam olarak okuyabildiğim söylenemez, gerçi kim “İnsan” adındaki kitaba başlayıp da bitirebilmiş? Aslında çoğumuz bu kitabın önsözündeyiz. Ki, ben okuru yönlendirdiğine inandığım için önsözleri de uzun yıllardır okumuyorum. Aklım erdikten sonra okumaya başladığım İnsan kitabının ilk sayfasını sizlerle paylaşmak istiyorum. Ve bu sayfanın kitabın tamamı hakkında sizlere çok bilgi vereceğini umuyorum. Zira parça bütüne ait değil midir? “ Ben, aslında insanı batılılık delisi sömürge aydınlarından tanıyorum. Ben, insanı yeryüzünde binlerce, milyonlarca soydaşı, açlıktan ve sefaletten ölürken kafalarını kuma gömen deve kuşlarından, para baronlarından tanıyorum.(“Âşık Sefai’nin Ayşem şiirinden”) Ben, insanı Sezar’dan, yirmi bir milyon insanın katili Hitler’den tanıyorum. Ben, insanı aslında Kırım’ı kan gölüne çeviren pos bıyıklı Stalin’den tanıyorum. Fare suratlı Mao’dan tanıyorum. Ben insanı Saraybosna’da hamile kadınların karınlarını süngü ile deşen Sırp Çetniklerden tanıyorum. Ben insanı döneme ve zemine göre çıkarı evrilen ahlak fahişelerinden tanıyorum. Ben, insanı yaşlıların, çocukların ve kadınların bile öldürüldüğü savaşlardan tanıyorum. Gerçi kadının, çocuğun, yaşlının öldürüldüğü olguya savaş denir mi onu da bilemiyorum. Ben insanı…

Boğazıma ham bir ayva oturuyor ve ben yutkunamıyorum. Hani insan insanın cenneti olacaktı? Beni kemiren, toplumu kemiren, insanlığı ve hatta kendisini kemiren insanlar tanıyorum. Aklıma Dostoyevski’nin şu cümlesi geliyor: “Nasıl oluyor da yeryüzünün en büyük canavarı olan insanın ruh dünyasında tanrı gibi mükemmel bir varlık fikri yer alıyor.” “O zaman insanın fabrika ayarları bozuldu, daha doğrusu bu ayarları bozdular.” diye düşünüyorum. Evet, kitapları kendime insanlardan daha yakın, daha içten ve daha zarif buluyorum. Kitaplarla tanışıklığım ergenlik döneminde olmuştu. Sigara parasını kitaba vermek; dönem için oldukça cüretkâr bir tavırdı. Samsun’da beş yıl süren öğrencilik hayatımda maddi sıkıntılar yaşamıştım. Bu sıkıntıların müsebbibi ise aldığım bursun çoğunu kendilerine aktardığım Site Cami’nin altındaki kitapçılardı. Eğer bir suçlu aranıyorsa, biri yargılanacaksa sahafları ve kitapçıları sanık sandalyesine oturtmak gerekirdi.
Kitap alırken ki tek kıstasım ise kendi ideolojime uygun olup olmadığı idi. “Şucu yazar, bucu şair” gibi şablonlarım zihnimin raflarında hazır bekliyordu. Ve bu durum Cemil Meriç’in bir kitabını okuyana kadar devam etmişti. Meriç, J.P.Sartre’nin şu cümlesini paylaşıyordu. “Aslanın vücudu yediği hayvanlardan oluşur.” Bir aydınlanma yaşadığımı ve ergenlikten erginliğe yürüyeceğimi hissetmiştim o an. Vücudumuzun midesi karbonhidrata, vitamine, proteine vb. çeşit çeşit besine ihtiyaç duyarken ben beynimin midesini birkaç yıl sadece karbonhidratla beslemiştim. Tek taraflı, enine bir gelişme gösterecektim. Oysa beynimin midesinin de sağlıklı gelişebilmesi için çeşit çeşit besine ihtiyacı vardı. Tıpkı kalbin midesinin zikir adlı besine ihtiyacı olduğu gibi. Erginlikle birlikte “şucu yazar, bucu şair” takıntısı yerini, nitelikli yazar ve vasıflı şaire bırakmıştı. Cümlenin kimin tarafından kurulduğu değil, cümlenin hakikati yansıtıp yansıtmadığı önemliydi. Kitaplığı ilk defa tasnif ederken dini kitapları özellikle felsefi kitaplardan uzağa koyduğumu hatırlıyorum. Zamanla ikisini de besleyen annenin(kaynak) aynı olduğunu gördüm. İkisinin de soruları aynıydı. “Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, ölmek yok olmak mıdır?” Ha, birisi doyumsuz bir çocuktu, diğeri tatminkâr bir çocuk. Son yıllarda ise dini kitapları matematik, fizik, astronomi, aşk kitaplarının arasına özellikle yerleştiriyorum.

Halil Cibran’ın “Ermiş” adlı hacmi küçük ama etkisi büyük eserindeki sarsıcı şu cümle beynimde yankılanıyor: “Siz zamanınızı, bunlar Allah’ın saatleridir, bunlar bizim saatlerimizdir diye ayırabilir misiniz? Öyleyse din, yaşadığımız hayat ve tüm davranışlarımızdır.” Artık sevginin de, ticaretin de, matematiğin de… Tanrının dili olduğunu biliyorum.

Evet, ben bu kitapları okumasam düşün dünyasında nasıl özne olunacağını bilemezdim. Okumaya başlayacağım her yeni kitapta “La edri” (Bilmiyorum) ve sabır azığını çantamda taşıyorum. Kitapların beni inşa ettiğini düşünüyorum. Bazı insanların ise kitaplar tarafından imha edildiklerine şahit oluyorum. Zira her okurun üzerine kitaplardan sağanak harfler, sağanak cümleler, sağanak ideolojiler yağıyor ama kiminin bahçesinde gül bitiyor, kiminin bahçesinde diken.

Sırp tetikçililer tarafından bile alnından vurulamayan ölümün, yaşamı değerli kıldığına şahitlik ediyorum. “İnsan” adlı sürgün için zamanın en değerli ziynet olduğunu her zerremde hissediyorum. Bizleri bir kitap horoz misali erkenden uyandırmıyorsa, Şeriati’nin dediği gibi bir düşünce kapımızı rahatsız etmek için çalmıyorsa o kitaba kapıyı açmamamız gerektiğine inanıyorum.
İnşa kitabımız, hayat kitabımız gözüme çalınıyor. Mutlak kudretin kavli ayetlerden birinde “O halde boş kaldığında yine kalk yorul!” (İnşirah 7) diye buyurduğunu okuyorum. Evet, benim tatil anlayışımda öğlene kadar uyumak, kusuncaya kadar yiyip içmek, saatlerce şezlongda güneşlenmek yok. Ben tatili beni bekleyen kitaplarımı okumak için bir fırsat görüyorum. Yaptığım işi değiştiriyorum ve kendimi inanılmaz dinç hissediyorum.

Yaptığım iş dediysem okuduğum kitabı değiştiriyorum. Gözümü gökyüzüne dikerek, ayı şahit kılarak ve sürgün yıllarıma bakarak yüksek sesle haykırıyorum. “Tebdilim, tatilimdir!”

(Ayarsız Dergisinde yayınlanmıştır.)

Fırat KÖKLEN

Yorumlar

  1. Oldukça sürükleyici ve bir o kadar da düşündürücü idi. Adeta mimari bir eserin insan gönlünde, TOKİ beton yığınlarına asla benzemeyen bir gökdelen idi yükselttiğin! Çok teşekkür ederim Fırat hocam...

    YanıtlaSil
  2. Ben teşekkür ederim abi.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Lütfen yorumlarınızı bizimle paylaşınız. Yorumlarınız bizler için çok değerli. Onaylama işlemi zaman alabilir. Hakaret içeren yorumlar onaylanmayacaktır.

Popüler Yayınlar