KÖR METAL
Uykuda baskın yiyen
talihsiz bir komutanın… Kaybetmesi kaçınılmaz bir savaşı sırf onuru için
vermesinden farksızdı şu anki durumu. Yarım
saatlik ölüm kalım mücadelesi, yirmi dört yıllık meşakkatli yükünü
taşımaktan mustarip cılız bacaklarına fatura edilmişti yine. Sahip olduğu bütün
uzuvları artık yanlış bir bedene ait
olduğunun o kadar farkındaydı ki… Dört yıl boyunca kendisine dünyanın en ağır
elementi olarak osmiyumu boşuna öğretmişlerdi. Dünyanın en ağır yükü, bizzat taşımakla mükellef olduğu, kendisiydi.
Teslim bayrağını zavallı
dizleri çekti ilkin. İki bitkin külçe
halinde çullandılar birbiri ardına taşların üzerine. Yarım saatlik meydan
muharebesinin mağlubu olan uyduruk bir pazar kotu, yırtık yerlerinden kızıl renkte ağlıyordu. Üzerinde en son
ne zaman yıkandığını bilmeyen ve her gün giyilmekten ilk rengini kendi de unutan
bahtsız bir gömlek… Bayat ekmekler gibi lime lime ufalanan eller, boğum boğum doğranan parmaklar… Günlerdir bir damla suya hasret, keçeleşmiş
saçlar ve onun emrindeki sakal yığını… Bunca berduşluğun, hırpaniliğin
ortasında, yıllar önceki saadetinin
belki de son mirasçısı olarak ışıldayan çakır bakışlar!..
Sol böğründe birkaç
dakika önce derin bir sancıyla doğurduğu yarasına bile alışmıştı. “Yaram
yârimdir” kavlinden, basmıştı böğrüne. Canının yangısı yerini garip bir hazza
terk etmişti.
Andan
uzaklara yitti şimdi. İri gözlerinin önü sislendi birden:
İşte… Anadolu’nun ücra bir kasabasından ortalama bir kesit. Ardında müsveddeler
gibi cömertçe karalayıp bıraktığı yıllar, önünde temize çekeceği 365’lik iyi kalite A4 topları. Burnunun
ucunda kirli beyaz bir sürü rutini… Biteviye ertelediği umutlarını, hayallerini,
yarınlarını yedeğindeki çıkınına sarmış… Koltuğundaki sıcaklığa aşina olan,
sahibinin bile unuttuğu emanet bir roman… Cebindeki çakıdan daha keskin
düşleriyle kimi kaderini kiminde kederini yontan bıçkın bir delikanlı!
O şartlardaki hemen her
gencin başına zoraki bir taç olarak takılan “klasik kader” ve onun çemberini ilim çeliğine vurup parçalama
sevdası bağrına ta ilkokul sıralarında düşmüştü. Nerde madeni bir parça bulsa eline alır, saatlerce inceler; güneşe
tutunca çakır gözleriyle yarış halinde parlayana kadar uğraşırdı eski bir bakır
parayı…
Göz yumdu orta, açtı
lise… İlle fakülte tasası. Yavrusunun imtihanı için seccadelere sabaha dek göz
nuru akıtan dertli bir ananın… Hepi topu iki evlek tarlanın içini dışını sağıp
sıkan umarsız bir babanın can yongası,
Memet!..
̶ Biz
yokluğa yazgılıyız, nikâhımız burayla kıyılmış ezelden oğul. Şu bomboz akıp
giden tarlayı sürecek mazota zam gelmişse, gene döner elimle bellerim. Ürüne
saçacak gübrem yok belki. Az çıkarır, az yerim. Sen koy git bizi buralara oğul…
Git kendini kurtar. Sıyrıl şu sefil
hayattan!..
Bahtıyla
göbekten bağlı babasının ateş atan sözlerinin üstüne, günlerce
gecelerce zikir gibi sabırla çekilen zehirli akrepler, zamanı tersine kovan
çubuklar… Kederlerce hedef tahtasına oturtulan anasının süt beyaz yemenisindeki mukaddes koku kadar genzine çekti gelen
muştuyu. Atasının akşam bütün işi bitirip de tarladan dönünce içtiği demli çayı tutan nasırlı parmakları
gibi öpüp şerefle başına koydu “İstanbul
Maden Mühendisliği” müjdesini Memet.
Gözlerini yollara döke
saça gitti Memet. Yanağını ıslatan damlalar sanki ciğerlerinden kan olup sızıyordu.
İlk kez çıktığı şehrinin dışında gördüğü her bir kare, hafızasına gagalayarak
monteleniyordu. Yumak yumak sardığı yollar yedi
tepeli şehre attı onu nihayet.
İstanbul’u
Fetih Marşı’ndan tanıyordu Memet. Lisede Özkan
Hocasının yere göğe sığmaz bir coşkunlukla söylettiği… İstanbul’du bu. Peygamber’in
müjdesi, Fatih’in övüncü...
Osmanlının asırlarca üç kıtaya vurulan mührünü gururla taşımıştı. Şimdi oyunu oynaşı
bırakıp yeni fetihler yapacak yaşta olmanın hakkını vereceklerdi her biri
kalemiyle.
Dört yılda cüzdanı ve cebini çok az kullanmak
zorunda kalan eller... Yırtma lüksü
olmadığı ayakkabılarını tedirgince kullanan ayaklar… Ömrünün en güzel
çağında şık giyinen onca ışıltılı yüzden köşe bucak kaçan hep aynı tişört ve pantolonlardaki utanç!..
Akşama kadar hangi saatte yeneceğine bazen karar verilemeyen, aynı mideden
bıkkın bir simit… Çakır gözlerine
ilişen ilk sevda, yüreğe düşen ilk ateş… Çok sevildiğini asla bilmeyecek
endamlı hatun… Şu anda oturduğu
kafede, karşısında kendini hayal bile edemeyecek kadar uzağa düşen sarı saçlar,
kor dudaklar!..
İşte!..
Diploması... Eski bir gazete kâğıdı serili masada
gecelerce çürüyen emektar dirseklerin…
Sabahlara kadar uykusunu halka halka gözaltlarına kilitleyen mor geceler… Türlü çeşit renk ve
ağırlıktaki madenlerin ağırlığı altında ezilip pestile dönen vıcık vıcık
beyin... Ve acısıyla açlığıyla geride bırakılan dört yılın yorgunluğunu taptaze
ışıltısıyla silip atan kuşe kağıda
basılı, iç gıcıklayıcı, gurur fışkıran “Maden Mühendisi” yazısı!..
* * *
Sevinci kursağına
yapışıyor zamanla. Bu çalınan kaçıncı kapı?...
̶ Uzatma
birader, iş yok. Biz deneyimli mühendis arıyoruz!..
̶ İyi
de, işe girmeden tecrübe nasıl?!.. (bitirilmeden kesilip atılan söz!..)
̶ Uzatma
arkadaş!.. Başka kapıya dedik ya!..
̶ Referansın var mı?
(Burası da başka kapı!..)
̶ Referans?..
Anlamadım!?.. (Nedir o? Alınıp satılır bir şey mi?..)
̶ Def
ol git ulan! (Karşıdaki kravatlının yüreğine, saatler
geçse de işlemiyordu sözler. Duyduğu tangır tungur sesler, bu şehirdekilerin
her şeylerinin metalik olduğunu göstermiyor muydu?)
(Def ol mu?!.. Nereye
gideyim abi, hem niye?.. Ben bugüne bugün üniversite mezunu bir mühendisim!..
Def ol, öyle mi!?.. Bu ülkenin asli
evlatları değil miydik vatanı için serden geçen!?.. Çağırır mısın belki bir gün asker lazım olursa!..)
Babasının yüreğinde
çınlayan, utangaç kulaklarının aşinası o ses: “Göreyim seni Memed’im. İstanbul’dan böyük adam ol da öyle gel. He mi
evladım!..”
İstanbul… Taşı toprağı
altın ha!.. Taşları bahtımdan kara,
toprakları sütleğen ağulu… Marmara’sının
suyu bile müsilajlı, kusmuklu değil
mi ha, baba?!..
Hem İstanbul bana bir
zamanlar Atam Fatih’ten kalan, uğruna orduların çil çil kubbeler serptiği Türk’ün yadigârı değil miydi?.. Ya
şimdi?.. Her gün on binlerce Arap,
Afgan, İranlı!.. Her türden adamın hunharca üşüştüğü, bizden olan ne varsa üzerinde
cirit atarak tepindiği, yabanıl bir can
pazarı!..
* * *
İşte işsiz üçüncü yıla
girerken. İçinde özene bezene beslediği son
umut kırıntısı da yüreğinin kapısını hızla çarpıp çoktan çıkmış. Kendi
mesleğini icra etmenin imkânsızlığıyla giderek küçülen hedefler, garsonluğa,
çay ocağı çıraklığına, hamallığa kadar düşüyor zamanla. Nereye baksa Arapça
tabelalar, hangi kapıya gitse yarı
açlığa veya tokluğa talim ettiren zorba iş sahipleri… Kendi toprağında alın
teri dökmene bile fırsat vermeyen ve sağdan
sola yayılan ayrık otları!.. Her
yerdeler!..
Onlarla
tanıştığı ilk gün. Türk zannederek gittiği mezbeleliklerinde yediği
kalleş yumrukla, gözü korksun diye, hiç sebepsiz yere yerinden sökülen ilk diş…
Surda yüzyıllar önce Ulubatlı
Hasan’ın açtığı gedik Memed’in
ağzında beliren kara, mahcup, öfkeli boşluğa
benziyor muydu acaba?.. Fatih’in rövanşını asırlar sonra kim, kimin adına
alıyor, şimdi kahpe rüzgarlar her yandan eserken?!.. Beş buçuk asır
sonra, iki Mehmet arasında şahit
olunan, nasıl bir fetihti bu savaşsız, silahsız, akın akın?..
̶ İçmiyorum
abi!..
̶ Yak
ulan!.. Yanımızdaysan içeceksin!.. (Arapça küfürler… Acemi parmakları kafa
yapan cigarayı pörsük dudaklarına
götürüyor. Alınan ilk nefes!..) Bundan
böyle beraber takılacağız. Beleşten ekmek yok. Anladın mı?..
Nefesinin
tıkanmasıyla birlikte, anılardan yine acı gerçeğe düştü… Böğründeki
sızı onu daha fazla yokluyor artık. Karşısındaki mahlûk kör bıçağı daha bir
saplıyor. Bıçağı, kör bıçağı ha?!..
Hangi madenden yapıldı acaba?.. Hem de benim ülkemde… Kendi silahıyla
vurulmanın acısı daha beter yakıyor babam!..
Ben yıllar öncesinde bir maden aşkıyla buraya gelmekle o bıçağı kendime
saplamadım mı zaten Raşid?!..
(Yarı Türkçe yarı Arapça
küfürler püskürüyor etrafı tüylerle çevrili kirli sarı dişlerinin arasından.
Kuduz dudaklarının kıyısından sıçrayan iğrenç tükürük parçaları… Anlamsız, yüzsüz bir yüz!..)
Yine
daldı… Bir başka sahne… Birkaç ay öncesi.
̶ Yok mu kimsen? Ne iş yaparsın?
̶ Mühendisim. Maden mühendisi.
̶ Ne? Mühendis mi?
O zaman ben de Kral Zayed Al Nahyan’ım! Duydun mu Raşid! Mühendismiş!..
̶ Kimi kandırıyorsun oğlum?!.. Ne işin var gece yarısı
bu izbe çöplükte. Hem bizi Suriye’ye geri kovarsınız. Hem de dara düşünce
yaltaklanırsınız. Ulan ne alçak
milletsiniz siz!..
̶ Yok abi, Arap olduğunuzu bilmiyordum. Peşimdeler. Dövecekler. Çaresiz kaldım, size kaçtım!
̶ Bana ne! Gebertsinler!
̶ İş bulamadım abi. Kaç kapıda yarı tok çalıştım. Paramı
bile vermediler. Edemedim, üç tekerli araba aldım borçla. Simit sattım. Onu da zorla
elimden aldılar.
̶ Senin gibi kimsesiz sünepeyi kim sallar oğlum bu alemde! Dayın yoksa işin yaş!.. Bırak şimdi madeni.Bak burada başka madenler var. Kimi yutulur, kimi burundan çekilir, kimi damardan!..
̶ Valla anlamam ben bunlardan abi!.. Kaç zamandır işsizim!.. Açım!..
̶ Demek kimsen yok.Garibansın ha!.. Ne halt etmeye üniversite okudun oğlum dört yıl enayi gibi!.. Ulan şu işe bak. Allah’ın Türkü sığınmacılara sığınıyor artık!..
̶ Üşüyorum abi!..
* * *
Gecenin
köründe iliklerine dek esen deli yelle, daldığı geçmişten silkindi yine.
Anasının rahminden ayrıldığından beri gün yüzünü göremeden sürüklediği vücudu,
artık toprağa düştü… Nefesi kesildi. Cığıl cığıl kan boşalan böğründeki yangı,
ruhunu da demir tırnaklarıyla söküyordu bedeninden ağır ağır.
Yine
bir baygınlık… Hayatının belki de son dönemecini yeniden yaşıyordu şimdi…
Zonklayan hafızası artık kırış kırış olsa da, bu sahne tüm canlılığıyla son kez gösterimdeydi:
Ben
senin üç tekerli simit satma aracını Samir’in çetesinden kurtardım. Bunun
karşılığında sen de bana boynundaki şu gümüş
kolyeyi vereceksin! (Vahşi bir elin kıl fışkıran hoyrat parmakları bir
çırpıda söküp alıyor Memed’in köyüyle son bağını… Öyle ki onun vücuduna hayatî
sıvıyı, göğsündeki et değil, bu gümüş kalp pompalıyordu yıllardır.)
Asla
olmaz Raşid! Vermem! O kolyenin içinde anamla babamın
fotoğrafı var.
Bir başkasının yurduna
çöken, yangında ilk kurtaracak kadar mukaddes saydığı hatırasına el uzatmaktan
mı çekinecek?! Boynundan kopan, canından azizi bildiği kolyeyi yerden bir
hışımla kapıyor. Kör bir metalin
böğrüne saplanışı, “Bırak!” nidasını
boğazına düğümlüyor!.. Sonra yine, sonra
yine…
Artık kanı kaçmaya, perde
perde solarak kül rengine dönmeye başlayan simasına eşlik eden yarı aralık
gözleri, öldü sanıp firar eden insan
müsveddelerini takip dahi etmiyor. Böyle biteceğini hiç düşünmediği, ancak
misafirliğinin dolmak üzere olduğunu çok iyi anladığı bu saatlerde… Düştüğü
yerde bile son damlası tükenen takatıyla sımsıkı
yumruk yaptığı sağ avucunun içinde son kez okşuyor ana ve babasını… (Öz
yurdunda garip, öz vatanında parya olmak ne demekti baba?!..) Kanlı, çatlamış,
toza toprağa bulanmış, buruşuk dudağının kıyısına belli belirsiz konan kırık
dökük bir tebessüm. Hırlayan
gırtlağından son kez çıkan zoraki sesler: “Anam babam iyi ki bilmeyecek.”
Bu izbe yerde, insan adlı
canlılarla birlikte adeta kaderin bile unuttuğu bu viranede, büyücek bir taşın
altında, mavi dosya içinde özene bezene sakladığı Maden Mühendisi diplomasıyla birlikte yıllar önce köyünden cebinde
getirdiği anıları, hayalleri, umutları; bedeniyle birlikte sessizce çürürken o, anasının ve babasının
gözünde bir bilinmezliğe yuvarlanacak.
Ama olsun. Varsın ona “İstanbul’da büyük
adam oldu, bizi terk etti!..” desinler. Amma bir şeyi bilmesinler: Oğuz
Atay’ın deyimiyle bir “Tutunamayan”
olduğunu…
Şafakla birlikte, koskoca
umutların katledilişini, taşını bile kırpmadan izleyen bu utanmaz harabenin,
delik deşiklerinden sızan ölgün güneş huzmeleri, cesedin yanındaki çamurlaşmış
kızıl çukuru aydınlatıyordu… Fakat, manen
epey kuvvetli birçok göğüsten, yurdun dört bir yanında korkusuz mısralar, gür
bir sesle arşa doğru yükselmeye devam edecekti: “Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!..”
Son derece muhteşem bir hikaye hocam, kaleminize sağlık. Cümleleriniz öyle etkili ki okurken adeta sayfaya kilitlendim. Anlattıklarınız da son derece güncel sorunlar... Ancak bu kadar incitmeden ve yüze vururcasına anlatılabilirdi...
YanıtlaSilOkuduğu halde anlamayanlar olunca yazıyı tekrar sorguladım. Zamanda ve mekânda sıçramalar var; fakat bütünden kopulmamış. Ayrıca çok teşekkür ederim.
SilHayat bazılarına yalnızca ruhsuz olmakla mutlu olmak arasında bir seçenek sunar, fazlasını değil.
YanıtlaSil