BU DÜNYADA RAHAT YOK, ÖLÜM BELKİ KURTULUŞ
Bir şarkıda “Bu
dünyada rahat yok, ölüm belki kurtuluş” diyor. Bu söz öyle lafın gelişi söylenmiş değildir. Bilakis lafın kaynağı, döküleceği yeri de tayin eder. Belki kalp kesiğine basacak bir çiğnem tütün bulamayan aşkzedenin söylemidir. Belki de emeğini aldığı maaşla çarpıp çocuklarına
yoksulluktan başka bir dünya büyütemeyen bir saadetzedenin…
Yaşlı gezegeni varlığının kundağı
görse de mezar taşı olarak görmeyen bir dilce söylenmiş olabilir. Çünkü o, sonsuzluğun sesini bu sönmüş mavi yıldızdan işitmektedir.
Başköşede olması gerekirken
eşiğe terk edilen ehliyetli bir mağdurun dünyayı özetleyen tek mısralık şiiridir, kim bilir?
Erkeğin kumar
borcuna karşılık verdiği, içki masalarındaki boşluğu alımlı bir meze olarak dolduran, her tercihinde kendinden
bir parça vazgeçen, sözünden ziyade eti kutsanan bir kadının sesidir belki de.
Her işin emek kısmında başroldedir.
Ancak hak elde etmede hep görmezden gelinir. Karnından sıpası, sırtından sopası
eksik edilmez. Bu dünyada rahat yüzü
görmediğinden, öte âlemde
dinlenmek için yeterince vakti olacağına inanmaktadır.
Kim bilir belki de bu söz;
Türk’üm demeyi ve Türkçe konuşmayı yük, ayıp hatta günah sayan bir gardiyanın
suratına; bu dilin hapishane avlusu değil, özgürlüğün gökyüzü olduğunu haykıran bir Türk neferine aittir.
Dünyanın boyasına batarak tüm gövdesiyle çökelen
insanlara inat, eşyanın çok ötesine göç ederek yücelen birine de ait
olabilir. O, ölüm meleğiyle tanışmadan evvel ölümün urbasına bürünen terbiye edilmiş bir nefistir.
Aç insanlara “siz toksunuz”,
çıplak insanlara “siz giyiniksiniz ”, hasta insanlara “turp gibisiniz” diyen
tiranlara karşı; açlıktan nefesi kokanların, çıplakların ve
hastaların sessizce kurdukları bir cümledir
belki de.
Belki
de Nemrut, Firavun, Stalin, Hitler, Putin… tarafından yönetilmeyi tanrının kendi üzerlerindeki
kaderi olarak gören fiziksel yığınların iç konuşmasıdır. Onlar, gassalin önündeki ölü gibi çaresiz yatarlar.
Keşke ormanın kralı aslanı bu denli semirten şeyin, ormandaki diğer hayvanların sınır
tanımaz korkaklığı olduğunun ayırdına varsalardı.
Sadece kadınların, çocukların
ve yaşlıların değil; bitkilerin, hayvanların, bir şehrin kültürel mirasının ve kimliğinin de öldüğü savaşları, etinde ve canında duyan
hassas bir kalbin de cümlesi olabilir. Ona göre savaşlar; ordular, teknolojiler ve laboratuvarlar arasında
yapılmalıdır. Ve onun nazarında bir sivilin parçalandığı, bir köstebeğin kül olduğu, bir köpeğin kör kaldığı nihayet
hayatın öldüğü herhangi bir savaşın galibi yoktur.
Kim bilir, kendisini oy çokluğuyla ölüme mahkûm eden ve başkanlığını şeytanın yaptığı Delfi meclisine karşı
Sokrates’in ölmeden önceki son sözleridir. Aslında Sokrates baldıran zehrini içerek
ruhuna özgürlük sunarken, onları ise ihtiraslarına mahkûm etmiştir.
Belki de bu cümle, şairin “İnsanın acısını insan alır” adlı kitabındaki başlığın yarım kaldığını düşünen bir insanzedeye de ait olabilir. Ona göre bu boşluk, ancak “İnsanın acısının
yegâne sebebi de insandır.” cümlesiyle dolabilir.
…
Tarihi süreç içerisinde görülmüştür ki, başlangıcı olan veya doğan her şey ölür. Bu yaprağın
sararması, demirin paslanması, karın kurtlanması gibi kaçınılmazdır. Bir bebeğin doğumunun evliliğe kattığı mânâ neyse
ölüm de hayatı öyle anlamlandırır. Onun varlığını teknik bir arızaya yormamak gerekir. Yoksa şimdiye dek tamiri mümkün olurdu. O hâlde ya ölümü
bir put belleyip onu kıra kıra coşkuyla hayatı yaşayacağız. Böylece tanrıları, en güçlü cephelerinde mühimmatsız ve
savunmasız bırakacağız. Ya terk-i
dünya eyleyeceğiz. Yani bilmem
kaç yıl gezegende yer işgal edip aslında hiç yaşamayacağız. Yahut da ölmekten o denli korkacağız ki, bu ölüm bizim ilk ölümümüz olmayacak.
Faniliğe ayarlı bedenlerimizle bekâya tutkun ruhun köşe kapmacası aslında... Yüreğin dert görmesin Hocam.
YanıtlaSil