BU HAYATTA NE ÖĞRENDİN DERSENİZ…


   Kadim bir dostum ;“ İbadet, kazası olan bir ritüelken hayat, eda edilmesi gereken bir ayindir.” derdi. O halde ne bir sabun köpüğü gibi ellerimizden kayıp giden geçmiş; ne de bir bohça gibi içerisine umutlarımızı, korkularımızı ve ihtiraslarımızı tıkıştırdığımız gelecek, bize tapulu bir mülktür. Zîrâ biz vaktin çocuğuyuz. Yani şimdinin… Belki, ona malik olduğumuz da bir yanılsamadır. Belki de o eşiğimize terk edilen bir bitkidir. Peki, kaçımız Süleyman Mabedi ’nin nadide bitkisi Meryem’in, anbean onu koruyup gözeten bahçıvan Zekeriya’sı olabildik? Şimdinin kadife yanağını okşayıp rüzgârda dalgalanan körpe saçlarını kokladığımızdan beri, dünya güneşin çevresinde kaç kez dolandı kim bilir? Aslında ikbal kaygısı, ânı pusuda bekleyen bir ecel gibi parça parça kemiriyor.

  Mademki ölüme yazgılıyım, aldığım her nefesin kıymetini bilmek zorundayım. Zîrâ o, emek ve ekmek kadar kutsaldır.  Dizi ve filmler insanın ihtiyaçlar listesinin neresindedir? Bilmiyorum. Bildiğim tek şey, kutsallarım arasında olmadıklarıdır. Lâkin “Gönül Dağı” adındaki bir dizinin hayatımın merkezine oturduğunu ve beni kendisine kısa bir iple bağladığını itiraf etmeliyim.  Sayesinde kırklı yaşlarıma dek seyrettiğim birçok dizinin kalbimin üzerinde hunharca tepindiğini hatta ruhumu iğfal ettiğini anladım. Kim bilir; belki de bu yapıt hem benim hem de toplum için manevî bir arınma, bir günah çıkarmadır. Öyle ki kimi zaman bir münadi olup “Ey ahali! Cumartesi akşamları TRT 1’de Gönül Dağı adında bir dizi var. O gün iki eliniz kanda da olsa bırakın, yalnızca ona kilitlenin. Dikkat edin, bu diziyi seyrederken daha önce üzerinize geçirdiğiniz ve sizde eğreti duran başka yapımları soyunup itina ile kendiniz olanı giyineceksiniz!” diye ünlemek istiyorum.

   Senaryo, Galata’daki bir mekânda yahut gösterişli bir yalıda geçmiyor. Karakterlerin vücut hatları Almanya’daki cadde ve sokaklara nazire yaparcasına cetvel, pergel veya gönye ile çizilmemiş. Kahramanları bardan, pavyondan ya da bilmem kaçıncı sevgilisinin kollarından toplamıyoruz.  Bilakis kurgu Anadolu’nun Gedelli denilen; elbiseleri, arabaları ve evleri eski ama hayalleri yeni, küçük bir beldesinde geçiyor. Şehvetin ve şiddetin kutsanmadığı yapıtta, oyuncuları kâh patates karıkları, kâh elma bahçeleri, kâh Neşet Ertaş türküleri arasından topluyoruz.

   Annemizin sıcak karnından çıkıp, toprağın soğuk koynuna girinceye dek yüklerimizle aldığımız mesafeye, “hayat ”diyoruz. Kimi zaman yük oluyor,  kimi zaman yük alıyoruz. Kimi zaman en yakın istasyona boşaltıyoruz kantar kantar, kimi zaman da yüklenişimizin altında kalıyoruz. Dizinin her bölümünde farklı bir sîma “Bu hayatta ne öğrendin derseniz…” şeklinde yarım kalan bir cümleyi ve hayattan aldığı hisseyi kendi kalemiyle tamamlayarak seyirciye aktarıyor.          

 Dizide, şimdiye dek Türk sinemasında ender rastladığımız bir sembolizm hâkim. Örneğin: Ciritçi Abdullah, başat bir figür ve beyaz atıyla iyiliği temsil ediyor. Her ne kadar kır saçlı bir ihtiyar sûretinde karşımıza çıksa da tininin hiç eskimeyeceği ve yaşının da sonsuz olduğu îmâ ediliyor sanki. Hayattan aldığı hisseyi bizlere;“ Atının terkisine ne koyarsan yaşam boyu o kovalar seni.” şeklinde açıklıyor. Evet,  atımızın terkisine ardımızda bıraktığımızı sandığımız dizleri kanayan çocukluğumuzu, derine kök salmış günahlarımızı, gizlerimizi, keşkelerimizi, hatta iyikilerimizi de koymuyor muyuz? Lâkin ekseriyetle bizi, keşkelerimizin namlusundan çıkan kurşunlar vuruyor.

   Sonra Ciritçi Abdullah’ın birbiriyle sürekli didişen oğulları Oynakçı Muammer ile Ağıtçı Hüseyin misafir oluyorlar evlerimize.  Biri hayatı yekdiğeri ölümü temsil ediyor. Her ne kadar göz göze gelmekten imtina edip yollarını değiştirseler de  -ki dükkânları yan yana- ölümü daima yaşamın dizinin dibinde nefes alırken görüyoruz. Zîrâ her şey zıttını beslemiyor mu? Ağıtçı hayattan aldığı hisseyi ;“ Hayat ölüme fidye verse de başını kurtaramaz.  Yaşama değer biçen sarraf, ölüm değil midir?” diye ifade ederken Oynakçı ise; “ Kim bilir, ölüm de sonu yaşam olan bir düğündür” diye aldığı hisseyi özetliyor.

  Derken deniz gözlü kaportacı Veysel yanımıza koşarak geliyor. Yine birilerine kızmış, sesi titriyor. Önüne bir kova dolusu toprak koyuyoruz ellerini soksun da siniri yatışsın diye. Zîrâ ateşi toprak söndürmüyor mu? Veysel’in öfkesinin ruh köklerinde, ömrü boyunca başını göğsüne yaslayamadığı babası, kanırtsa da çıkaramayacağı bir mıh gibi duruyor. Onun dünyasında babası, ancak kendi olamadıklarına oğlu ulaşırsa kalbine giriş için ona vize verecek bir portre çiziyor. Böyle bir portre bizleri “Acaba babalık pragmatik veya kesbi(sonradan kazanılan)bir duygu mudur?” şeklinde bir düşünceye sevk ediyor. Veysel hayattan aldığı hisseyi “Kurcalamamayı öğrendim bu hayatta. Yoksa yaraların kabuk bağlamaz. Kurcaladıkça yeniden kanar. Ama bazı yaralar vardır kurcalasan da kanar kurcalamasan da.” şeklinde îzah ediyor. Bu hayatta bizleri de kayıtlı ve şartlı kabul eden kişiler mutlaka olmuştur. “Sen benim için şunu şunu yaparsan ben de senin…” diye devam eder bu ticaret sözleşmesi. Ve bizim de içimizde bir yer, hiç kabuk bağlamaz ve kurcalamasak da o, zaten hep kanar.

   Ramazan yine belediyenin anons odasına gizlice girmiş ve kapıyı kilitlemiş. Bu kez, Neşet Ağa’mdan “Açma zülüflerin…” türküsünü, kendini kalbinin çatından vuran Asuman’a ve tüm Gedelli ’ye dinletecek.  Hiçbir plana ve programa itibar etmeyen bu yağız delikanlı, senaryo boyunca mâkûlün değil,  mahsusun atına binerek yol kat ediyor. Günübirlik hayat felsefesiyle doğu dünyasını imliyor âdeta. O da babası gibi cenaze ve defin işlemleriyle yaşamını idâme ettiriyor. Kimi bölümde tabutu kaybediyor, kimisinde ölmeyen birini tabuta koyuyor. Kimi zaman da; “Getti, getti gul gibi nenem getti” diye ağıt yakan teyzelere bir orkestra şefi olup “pes, tiz” şeklinde komutlar veriyor. Dizide her ölüm sahnesi bir komedya tadında yaşanıyor. İlahi komedya! Bence bunun nedeni kurgunun geneline nüfuz eden ölümün ürkütücü ve soğuk yüzüne karşı “Ölen hayvan imiş, canlar ölesi değil ”diyen Yunus penceresinden bakılmasıdır.

 Ramazan hayattan aldığı hisseyi; “Bu canına yandığımın dünyasında gerçeğin acı tarafını görüp de nörecen, sürekli ağıt mı yakacan?” diye îzah ediyor. Onun nazarında hayat bir müzikal ve kendini müziğin ritmine bırakıveriyor. Mal ve evlatlarımızın çokluğuyla kabirlere gidinceye dek övünen bizler de çoğu zaman Ramazan gibi ihtiraslarımızı boşayıp müziğin ritmine kendimizi kaptırsak mı ha, ne dersiniz?

   Gedelli ’nin kırmızıçizgisi minibüsçü Sefer, hayattan aldığı hisseyi; “Ne denli hızlı koşarsanız koşun hayat daima sizden daha hızlıdır. Her zaman geç kalırsınız. Lastik olsa jant olmaz, jant olsa kaporta olmaz.” diye açıklıyor. Şunu iliklerine dek biliriz ki, hayat hiç kimseye iki iyiliği yan yana sunmaz. Sıhhatimiz yerinde olsa yemeye paramız olmaz. Parayı bulsak bu kez de hastalık bizden uzakta durmaz. Bazen dinleyenleri mest eden bülbül gibi sesimiz olur lâkin bu kez de gövdemiz olmaz.

 Anadolu’nun birçok köy ve kasabasında görev yapan Gülsüm öğretmen, yıllar sonra, ilk göz ağrısı olan Gedelli ’ye geri döner. Yıllar evvel zamanın kırbacıyla kaybettiği kimliğini bu küçük beldede yeniden bulmuştur. Kimseye eyvallahı olmayan kılçıklı bir kişiliktir. Hayattan aldığı hisseyi; “Yılmayacaksın, vazgeçmeyeceksin. Düştüğün yer kalktığın yer olacak.” şeklinde ifade eder. Hepimizin hayatında tıpkı vahyin ışığı gibi cehalet karanlığını yırtacak öğretmenlerimiz olmuştur. Herkesin malumudur ki; bir öğretmenin aydınlatamadığı karanlığı bin tane Tesla bir araya gelse aydınlatamıyor. 

 

 Ben de dizide bir karakter olsam ve “ bu hayatta ne öğrendin?” diye sorsanız bana. Herhâlde şöyle bir cevap verirdim: “ Hayat, biz kovalarken her daim kaçan, biz kaçarken de peşimiz sıra bizi kovalayan bir gölgeden ibarettir.”

 

Fırat KÖKLEN

(Ayarsız Dergisinde Yayınlanmıştır)

Yorumlar

  1. Ya ne muhteşem bir öğretiydi Fırat hocam yine! İnan bana hiç seyretmedim "Gönül Dağı" dizisini biliyor musun? Aslında TV seyretmiyorum. Ama öyle bir anlattın ki, en kısa sürede topluca izleme isteği doğdu içimde! Kendine özgü üslup ve anlatımınla ne geçmişe, ne geleceğe bağlı kalmayı, sadece içinde bulunduğumuz ânı yaşamayı, âna değer katmayı anlatan bir metafor çizdin yine. Doğum ölüm, rahim toprak arasındaki gitgelleri verimli kılmanın ipuçlarını serpiştirmişsin yine satır aralarına. Özlemiştik ne iyi ettim de geldin Hocam.🙏

    Bence bunu eura24 'te de okuyalım hocam.

    YanıtlaSil
  2. Harika anlatmışsınız hocam, ağzınıza, "Gönlünüze" sağlık. Çok derin anlamlar içeren bir dizi, gerçekten son dönemlerde TRT'nin yaptığı en başarılı proje, diyebilirim. Ancak siz anlattıktan sonra inanın "Böylesini düşünmemiştim." dedim ve diziye hayranlığım daha da arttı.
    Teşekkür ederiz hocam.

    YanıtlaSil
  3. Sizi tanımıyorum Fırat Hocam ama çok beğendim ve bundan sonra güzel yazılarınızı takip edeceğim emin olun

    YanıtlaSil
  4. Bu dağın isimlendirme öyküsünü tam olarak bilmesem de "gönül", ulaşılması, erişilmesi meşakkatli, yitirilmesi çok daha kolay olan dağa teşbih edilmiş zannımca. Benzetmeler, eğretilemeler, ilginç söz oyunları... Sürükleyici bir üslup. Kaleminin keskinliği daim olsun hocam. Enfes bir yazı olmuş.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Lütfen yorumlarınızı bizimle paylaşınız. Yorumlarınız bizler için çok değerli. Onaylama işlemi zaman alabilir. Hakaret içeren yorumlar onaylanmayacaktır.

Popüler Yayınlar