SİYAH HIRKA
Ilık bir nisan yağmuru gibi düşmüştü yola. Sanki biraz önce yüzlerinde iğreti bir hüzün tülü, gözleri zoraki bir işi yapıp bundan kurtulmak ister bir huzursuzlukla bazı adamlar tarafından o koskoca siyah çukur hiç eşilmemiş, üç yıldır tutulduğu kemik hastalığından eriyip akmış anacığı kapkara toprağın bağrına hiç indirilmemiş, üzerinde aceleci kürekler ardı ardına zalim bir yığın oluşturmamıştı.
Hadi demişlerdi, gayrı
tamam. Anan öldü. Bundan böyle evin hanımı da sensin. Kızı da. Cenaze için uzaktan
misafirler geldi. Evi boş komaya gelmez.
Ilık bir nisan yağmuru
gibi… Usulca, iddiasız, belki sabırlı… Boynunu bükmüş; peki, demişti. Anasına
ağlama fırsatını bile çok gören bu misafirlerin de canları cehennemeydi!
Diyemedi.
On beş yaşın verdiği o
gürbüzlük, o şen kahkahalar, o vurdumduymazlık, yerine göre isyan kokan hırçın
tavırları hiç göstermemişti. Alınyazısının, alnındaki kalemin dışına taşan bir
tek çizgisi olmamıştı, ince, titrek, kansız ellerinde.
İnceydi elleri Hasret’in.
Kumral, seyrek saçlarını daima arkada toplar; bir toka, bilemedin basit bir lastikle
bağlardı. Anası demişti rahmetlik, kız öğrenciye böyle saçını başını savurup
dağıtmak yakışmaz yavrum diye.
Köyden kendisiyle
birlikte ilçeye gidiş geliş yapan okul servisindeki diğer kızlar gibi de olamamış,
evden çıktıktan sonra servis içinde ceplerinde getirdikleri küçük aynalara baka
baka dudaklarını, gözlerini boyayan Figenlere özenmemişti.
Zayıf, çelimsiz bir
vücudu, kuru, düşük omuzları, genellikle solgun, boz benziyle zaten kimin
dikkatini çekecekti? Servisteki, okuldaki diğer genç zıpırların çoğunca
farkında dahi olmadığı, silik bir tipti.
Cenaze evine sessiz,
düşünceli, yazgısını peşinen kabullenen bir edayla kös kös vardı. Anasına
ağlayamaz mıydı bir çocuk?!.. Tertemiz bir pınar serinliğiyle kendinden emin,
rahat, yerine göre şırıl şırıl dökeceği gözyaşları bile başına bela oldu. Yeni
yeni beliren bağrını kapamak için giydiği hayli bol yeleğinin ucuyla gözlerini
sildi. Acısını acemi sırtına alarak eşikten girdi içeri.
Ne ağlıyorsun,
diyorlardı. Ağlayıp sızlama boşuna. Anan çekiyordu, kurtuldu. İki de sevin.
Öteden yaşlıca bir şişman kadın, ergenliğe yeni girmiş delikanlı cırtlağı
sesiyle “Kadını yattığı yerde rahatsız etme, ortalığı sil süpür, gelen giden
olur.” diye kükredi.
Avluyu süpürmek için
süpürgenin fişini takınca “Hasret, gız. Kör olasıca! Cenaze evinde gürültü
yapmaya utanmıyon mu? Ot süpürge ne güne duruyor!” azarını işitti. Söyleyen
kimdi, dönüp bakmadı bile.
Ot süpürge halının
üzerinde gidip gelirken topladığı şeyler biraz önce cenaze evinde ölünün canı
için yenen/yedirilen (?) etli ekmeklerin değil, mutluluğa dair yüreğinin minik
bir köşesinde besleyip de atmaya kıyamadığı son umudunun kırıntılarıydı.
Babasının sesini işitti
yarı aralık odadan. Erkeklerle konuşuyordu: “Gardaşım, tam iki besili tosun
sattım ben avradım için. Daha neydiyim?.. Gurtaramadıh. Allah’dan gelen mecbur
ona dönecek.” dedi.
Babası Kel Hamdi’yle göz
göze geldiler bir anlığına. Ondan gayrı kimse Hasret’in öfke dolu bakışlarında
“Yalan söylüyorsun. Sattığın küçük bir dana. Paranın bir kısmını tedaviye,
çoğunu da sigarana, kahvene, kâğıdına, keyfine verdin. Ne iki tosunu!”
sözlerini okuyamadı.
“Gapıyı ört gız, bizi mi
dinliyon utanmaz!” azarından çok önce kapatmıştı kör olası kapıyı.
Ne üç yıldır anası
hastalanalı evin işini gücünü gördüğü zoruna gidiyordu, ne de başkaları gibi köylü
oluşu… Ahıra girmek, mal görmek, inek sağmak, tarlaya gidip pancar sulamak,
çapa yapmak onun için işten bile değildi.
Bu yaşa kadar
başkalarının veya hayatın önüne koyduğu her şeyi kabullenmek istemese de
muhalif davranamamıştı. Kimi zaman içten içe okusam, anamı ve kendimi şu adamın
zulmünden kurtarsam hayalleri kurardı. Ancak kurtarması gereken bir anası da
yoktu artık. Şimdi elinde avucunda asla gerçekleşemeyecek kırık dökük düşleri,
her bir tarafı cehaletin isli bukağılarıyla örülü köyü ve o yaştaki hemen her
kızın kaçınılmaz sonu olan evlilik mecburiyetiyle kalakalmıştı.
Lise sınavlarına bile
geceleri babası yattıktan sonra çalışmış, geceleri helaya giden babasının “Gız,
hala ışıhlar yanıyor mu? Elektriğe dünyanın parası geliyor. Hiç mi Allahdan
gorhmuyon?! Hemi gız gısmı ohuyup da ne olacah. Boşa uğraşıyon. Evlenme yaşın
geliyor. Azıcıh ye iç serpil. Bu halinle kimse yüzüne bahmıyacah. Evde galacan.”
yollu sözleri beynine fişek gibi saplanıyordu.
Kel Hamdi’nin ufku
kapalıydı, kaba sabaydı; ama yerine göre şeytan gibi kurnazdı da. Kime nereden
vuracağını iyi bilirdi. Hasret’in bilgilerini önceden almış, evinde bilgisayarı
olan Muhtar Mustafa’nın oğlu Osman’a sorgulatmıştı bile sınav sonucunu. Hasret,
sağdan soldan bulup buluşturduğu ikinci el kitaplarla sınavlara çalışmaya
çalışmıştı. Sonuç da haliyle pek iyi değildi. Kendisine oranla arkadaşlarının
bir değil üç dört sıfır önde başladığı bu zorlu maratonda bırakın onlarla başa
baş koşmayı, anca hızlı yürümeye çalışmış, tökezlediğinde de düşü düşüvermişti.
Hele hele Kel Hamdi,
Osman’ı eve çağırdığı zaman, “Hele bir daha söyle bahıyım Osman’ım; ne etmiş,
ne etmiş bizim gız sınavda?” diye tekrar tekrar keyifle soruyor, Osman diğer
derslerdeki netlerini hızlıca söyleyip en kallavisini sona bırakıyor,
Matematikten eksi bilmem kaç net, diyordu.
Bu durumun ne olduğunu
anlamadığı için başlangıçta Osman’a anlattırıp bir iyice öğrenen Kel Hamdi de
hiç bilmiyormuş gibi, o kara kıllı kulaklarını dört açıyor ve Osman’dan “Yani
Hamdi Emmi, anlayacağın senin gız Matematikden sıfır seviyesinde bile değil.
Sıfırdan da aşşağı.” yorumunu alınca keyfine diyecek olmayan Kel Hamdi, elini
eline çalıp kahkahaları patlatıyordu.
Bu sözler kalbinden
ruhuna zehirli bir hançer gibi girip burgu burgu dönen Hasret, çaresizce
susuyor, diyecek bir laf bulamıyordu.
Ne desindi Hasret?.. Ufaktan
beri anasını döverdi Kel Hamdi. O cılız kadını hasta demez, yorgun demez,
yerden yere çalardı. Yetmez, onun korkusuyla ağlayan Hasrete basardı
sopayı. Kızcağızı hor görür, küçümserdi.
Korkutmuş, sindirmişti. Küçüklükte kolu kanadı, tüyü teleği yolunan kuş nasıl
uçardı?
Evlendiğinin ilk yılları
çocuğu olmadı rahmetli anası Nuriye’nin. Konu komşu, akrabalar, etraf durmadan
“Hani çocuğunuz?” dedikçe, Kel Hamdi, hırsını kadından çıkarıyordu. Garip Nuriye
ağlıyor, sızlıyor, “N’apalım Hamdi, Rabbim dilerse verir. Dilemezse elden ne
gelir ki…?” dedikçe Hamdi’nin kan tepesine çıkıyordu.
Birkaç yıl hastaneye git
gel olmuşlar, nihayet Nuriye gözleri ışıl ışıl Hamdi’ye sarılarak müjdeyi
vermişti. O an, sevincinden boş bulunan Hamdi üç yıllık karısına ilk kez böyle
şefkatle sarıldı. Neden sonra durumunu fark ederek hanımını yitip, “Geri bas
bahalım. Daha erkek mi, gız mı onu bile bilmiyoh…” dedi. Nuriye’nin sevinci
ayaz vuran goncalar gibi yüzünde donup kaldı. “Hamdi’m, Rabbime şükretmeli. Ne
isderse verir. Sağlıklı olsun da tek…” sözünü ağzına tıkıverdi beriki:
“Eyi de, erkek olmazsa benim soy sop nasıl
sürecek? Bu evi ocağı kim tüttürecek. Gız gısmı el gapısı değil mi? Gız
olacahsa heç isdemem, eksik galsın!” cevabını aldı. Nuriye Hamdi’yi daha fazla
kızdırmamak için uzatmadı. Dualar etti gecelerce. Halini Rabb'ine arz etti.
Nuriye’nin doğumunu hastanede
dört gözle bekleyen Hamdi, orada bulunanların önerisiyle yaptırdığı çiçek,
aldığı bir kutu çikolata ve kolonyayla müjdeci gelen hemşireye koştu. İçi içine
sığmıyordu, soluk soluğaydı. Heyecanını zapt edemiyordu. Aklı fikri karşıdaki
kundağın cinsiyetindeydi.
Hemşirenin uzatmasıyla
bebeyi gayri ihtiyari kucağına aldı. Hem meraktan ölüyor hem korkuyordu. “Gözünüz
aydın bir kızınız oldu. Allah analı babalı büyütsün.” Sözüyle hiçbir şeyden
haberi olmayan bu gözleri yumuk, masum bebeyi tiksintiyle itmiş, el kadar
yavruyu ne yapacağını bilemeyen hemşire iki gözü iki çeşme ağır ve kararsız
adımlarla gerisin geri yarı baygın vaziyetteki Nuriye’nin koynuna usulca
uzatmıştı. Hamdi’nin beyni zonkluyor, iri burun delikleri keskin, hızlı
soluklarla genişliyor, ağzında anlaşılmaz küfürlerle hastaneyi dört dönüyordu.
Beyni zonklayarak çiçeği, şunu bunu; beraberinde de oğlu olacağı ümidini, ilk
bulduğu çöpe doluşturdu.
Hırsı ve kini bundandı. Bir
erkek doğuramadığını her fırsatta Nuriye’nin başına kakıyordu. Fakat asıl
intikamını da küçüklüğünden beri doğru dürüst sevmediği; kendi kanını, canını
taşıyan bu talihsiz yavrudan alıyordu. Anası, ola ki kendini sever, şu ufacık
yuvasında bir avuç mutluluk benim payıma da düşer, hayaliyle bir oğula hasret
kaldığından Hasret verdi adını. Ötekilerden biri olarak doğdu Hasret. Aslında
herkesçe malum olan; fakat inatla görülmek istemeyen bir öteki… Başkalarınca
belirlenen kurallara göre yaşayacak, bu işine gelmese de teslim olacak, bir
köşede ölümü bekleyecekti.
Asıl cenaze evi çocukluğunu,
ergenliğini, ilk gençliğini yaşayamayan Hasret’in hiç bitmeyecek bir yası tutan
gönlüydü. Sanırdınız ki o, otuz yaşında koskoca bir kadın da olsa hep böyle
pısmış, sinmiş, çaresizliğin girdabında dönüp duran bir kız çocuğu olarak
kalacak.
Oysa o da insandı. İnsan
safına konmasa da. Hayalleri bile vardı. Sınıfındaki diğer kızlarınki gibi
büyük hayaller değildi belki. Doktorluk, avukatlık, mimarlık istemiyordu. Onlar
erişilmez, ulaşılmazdı. Kendi yerde, o meslekler gökteydi. Kafası çalışmayan,
aptal, beceriksiz, anasına çekmiş; beklenen oğulun, varisin yerini alan bir
hırsızdı.
“Ben inşallah, Allah izin
verirse, olamam ya, hadi oldum diyelim, mümkünse… Eeeeee… Tamam söylüyorum.
Anaokulu öğretmeni olmak isterim. Hiç gardaşım olmadı benim. Anam zaten kırk
yaşında. Kadınlıktan kesilmiş. Dediğine göre başka da çocuğu olmuyormuş. Gardaş
yerine köyün çocuklarını sevdim.
Komşu Zeliha’nın ufak
oğlu Memmet’i ben büyüttüm sayılır. Altını üstünü değiştirdim. Beş altı yaşına kadar
oynattım. Analık yaptım. Hem ona renkli karton kâğıtlarını kesmeyi bile ben öğrettim.
Vallaha. Makas tutmasını bile bilmiyordu. Olamam mı, he doğru söyleyin, olamam
mı anaokulu öğretmeni…” derdi kendi iç sesiyle sohbet ederken.
Vakit ilerlemiş, cenaze
evine gelenlerin getirdiği etli pideler mutfak tezgâhında yerlerini yadırgar
vaziyette istiflenmiş, Kel Hamdi ise oturduğu kanepeye ardı ardına yaktığı
sigara dumanları içinde adeta sızmıştı. Uzun, iri gövdesi, zavallı yatağa bir
külçe gibi çöreklenmişti.
Neden sonra okunan ezanla
kendine geldi. “Gız Hasret, hadi bişiyler hazırla da aptes alıp ahşam namazını gılacam,
vakit geçmesin.”
“Sen namazını kıl baba. O
zaman kadar ısıtırım yemeği.”
“Çoh gonuşma gız! Ben
bilmiyom mu önce namazımı gılmayı. Ne demiş peygamberimiz? Yemek dururken namaz
gılınmaz dememiş mi? Hele ahlımız başımıza gelsin. Gaç gündür hasdaydı,
cenazeydi. Rahatımız mı galdı?..”
Kel Hamdi’ye döndü Hasret.
Çağla yeşili gözleri şimdi çakmak çakmaktı: “Rahatı mı kalmış? Hay senin rahatın batsın! Kırk
yaşındayken gül gibi soldurdun anamı. Erkek evlat diye başının etini yedin. Beni
bir gün doğru dürüst sevmedin, bağrına basmadın. Anamınsa amel defteri senin
elindeydi. Ne yapsa suç, ne etse günah yazdın. Cehennem cezasını da kendi
ellerinle verdin. Körkütük edip yataklara düşürdün.
İlaçlarını yarım yamalak
aldın. Fakirlik dedin. Borcum çok dedin. Geçer dedin. Hele sabret dedin.
Fakirdik biz, doğruydu... Ayıp değildi. Ama asıl fakirlik cebinde değildi
senin, ruhun, gönlün, beynin, kalbin fakirdi. Ne fakiri, hepten kurumuş!
Yerin dibine bat!.. Keşke
anam öleceğine sen öleydin. Biz iki kadın halimizle temizliğe gider, geçinirdik
namusumuzla. Sen bırak benim öz babam olmayı, üvey babam bile olamazsın. Nursuz
herif! Hele şu tipine bak. Düğün evinde misin? Yemeği nasıl da canın istiyor?..
Utanmaz!.. Daha anamın mezarına dökülen su kurumadı. Hadi kadının ruhundan
utanmıyorsun. Allah’tan da mı korkun yok?...”
Allah deyince, hâlâ
midesi kalkarak baktığı sofradaki bu adama içinden saydığı laflardan, aklına üşüşen
düşüncelerden bile utandı. Çekip gitti Hasret. Doğru ahıra... Malların
yeygisini veren Hamdi, sulamasını tembihlemişti ona. Ortalığı topladı. Acısına
sarılıp yattı. Uyuyamadı.
Bedeninin inatla su
istediğini hissetti. İçe çökmüş midesini hınçlı yumruğuyla -tövbe, yumruk bile
denemezdi; bu ince, beyaz, kemik yığınıyla- ovdu. Yataktan doğrulup el
alışkanlığıyla bir yudum su içti. Başını öte yana çevirince sandalyenin üstünde
anasından hatıra kalan bir çift patikle göz göze geldi. O an yaptığından büyük
bir utanç duydu. O bir yudum su zehir oldu, tüm damarlarını dolaştı. Yatakta
dizlerini karnına çekti, sessizce ağladı, ağladı. Sabaha doğru ancak sızdı.
Ertesi gün ala şafakta
sıçradı yataktan. Babasının kahvaltısını hazırladı. Evi biraz daha toparladı.
Ahırı kolaçan etti… Bir sıkıntı yoktu.
Biraz gezeledi evde.
Odasının tavanına baktı. Tavandaki kütükler bile anasının kemikleri gibi
incelmiş, kocamış, kamburlaşmış geldi gözüne… Hayır, bu kasvetli yerde daha
fazla duramayacaktı.
Çabucak okul formasını
giydi. Ne bulduysa çantasına atıp kaçarcasına okul servisine bindi. İyi ki
servis bedava, dedi içinden. Taşımalı öğrenciler bir de servise para verselerdi
Kel Hamdi yollar mıydı kendini okula? Şükretti.
Serviste telaşla çantasından
çıkardığı ders programına bakarken üç gündür okula gitmediğini düşündü
anasından dolayı. Hayat böyleydi işte… Acını bile doya doya yaşatmaz,
sürüklerdi ardından. Bırakın bir baş sağlığı dilemeyi; bir de arsızca kendine
bakıp fısıldaşarak gülüşen Figenlerin de bir anası yok muydu? Tüm insanî
duyguların bilekleri kelepçeli, yüreklerin kapıları mühürlü müydü?
Nihayet ilim yuvasının
önce çatısı, ardından pencere ve duvarları görünmüştü. Oh, dedi derinden.
Dersleri çok iyi değildi belki. Fakat burası onun kör karanlık kuyusuna bir parça
da olsa sızan gün ışığı, prangalarla
esir alınan ruhunu günde birkaç saat olsun soluklandıran kutsal mekânıydı.
Şükür ki sıra olmaya
gecikmemişti. Hepi bir örnek kıyafetlerin ardına bir boncuk gibi o da diziliverdi.
Nöbetçi öğretmen kılık kıyafeti tek tek kontrol ediyor, kapıdaki bir nevi
turnike sistemi seçici geçirgen özelliğiyle bir hücre zarını aratmıyordu.
Sırasını takip ederek
ileri hamle yapan ve kapıdan girip dersine geçmekten başkaca bir derdi olmayan
Hasret’in omzu, iki sert ve kararlı parmakla zınk diye durduruldu. Neye
uğradığını şaşıran çağla yeşili iki ürkek bakış, öğretmeninin gözlerinde neler
olduğunu aradı aceleyle.
“Hani senin siyah hırkan? Okul başlayalı kaç
ay oldu, daha kuralları öğrenemedin mi?”
Her bir sözcük mermi
şiddetiyle önce kalbine değiyor, orada kapakçık, kulakçık, karıncık ne varsa tarıyor;
vınlamalar ise kulağına belli belirsiz çalınıyordu. Yalnız bir sözü duyduğuna
emindi: Siyah hırka.
Çatlak dudaklarıyla
birlikte dili, damağı da kurumuştu şimdi. Kuruyan vicdanlar ise varsın
görünmezliğin rahatlığını biraz daha yaşasınlardı.
“Kuralları
biliyorum öğretmenim. Şey, ben… Özür dilerim. ”
“Özür dilermiş. Hem
hırkan yok. Hem de saçın başın düzgün değil. Böyle öğrenci mi olur ha?!. Sabah
seni bu halde nasıl okula gönderiyorlar. Anlamıyorum. Senin nasıl anan var?
Allah Allah ya!..”
Doğumundan o ana kadar
kendi ruhunu bir plasenta gibi bedeninden ne ayrı ne de bir, paçavra gibi sürükleyerek
taşımış, iki gözcük evinde anası ve kırık hayalleriyle avunmuştu. Kel Hamdi’in
laflarını, etrafın horlamalarını, küçücük ömründe tattığı ıstırapları bile
içine çekebilecek kadar genişliğe sahipti toy sinesi. Fakat bu son sözler
sineye ağır gelmiş, taşmıştı. Koruması gereken bu kez kendi değil, kader
yoldaşı, canı, daha bedeni bile soğumamış olan tüm varının hatırasıydı…
Hasret, ömründe ilk defa
başını gururla kaldırdı, düşük omuzlarını dikti. O eski, pörsük ruhunu söküp
atmış, taze can ve kan bulan körpe bedeni şimdi bir kaplan misali gerilmişti. Çağla
yeşili gözlerinde keskin, kararlı, sınır çizgilerini hatırlatan tabelalar
yandı. Tüm okul bahçesinin kurallarla çevrili duvarlarında; bundan başkaca
ömründe onu tanımış tüm paslı yüreklerde, sağır gönüllerde, kör kulaklarda, hiç
sızlamamış olan burun direklerinde, o an, kara yazgısını silip yeni baştan
yazacak olan sözleri birer kurşun misali yankılandı:
“Anam yok öğretmenim. Dün
öldü. O acıyla siyah hırkamı bu sabah unuttum.”
Sesin yankısıyla kulaklar
patladı; duvarlar, pencereler, kapılar, kapılara kurulan görünmez turnike
sistemleri gümbür gümbür çöktü.
O günden sonra siyah
hırkasıyla birlikte, kendisi doğmadan asırlar önce sipariş edilmiş olan, karanlık zihinlerde fotokopiyle çoğaltılıp deli
gömleği misali zoraki giydirilen “uydurma yazgısını” sırtına bir daha takmadı.
Ötelerde bir mezar, ılık
nisan yağmurunu tebessümle içiyordu.
Hasret, Hamdi, Nuriye, Filiz, anneler, babalar, öğretmenler, okul, kurallar, okul servisi, ... hayatın tam içinden bir hikayeyle buluşturdun bizi Adem hocam. Ağzına yüreğine sağlık. Çok etkiledim. Kendi hesaplarımdan tanıtım yaparken şu yorumla bu hikayenin linki paylaşmıştım:
YanıtlaSil'Siyah önlük' giyerdik biz ilkokula giderken. Adı forma değildi, üniforma ise hiç...
YanıtlaSilHer gün bembeyaz yakalıklarımıza, kan kırmızısı kurdela bağlardı annelerimiz!
Eşitliği sağlamak, statü farkını ortadan kaldırmak içindi o form, zannımca!.. Birgün okulumuza kaymakam çocuğu gelince; önlükteki siyahın rengini açılmış, yakalığın dantelli olduğunu, kurdelanın ise beş güne beş ayrı renkle bağlandığını imrenerek görmüş olduk!
O zaman anlayamamıştım ama artık anlıyor, biliyor ve mücadele ediyorum ki: Yasayla, yönetmelikle, kuralla, yasaklamayla ne ile yaparsan yap, zihinlerdeki sınıf farkını kaldıramadıktan sonra imtiyazlı kişiler olduğu algısını asla bitiremeyeceğiz...
Adem hocamın -Siyah Hırka- hikayesiyle sizleri baş başa bırakıyorum...
Bir de öğretmen olarak kendi acı hatıram var. Onunla da yüzleşmek istiyorum. Lisede kumaş pantolon ceket, gömlek kravat zorunluluğu olan dönemde, hep kırışık pantolonla okula gelen bir öğrencime;
YanıtlaSil-Oğlum akşam pantalonla yatıp sabah pantolonla kalkmış vaziyette okula geliyorsun. Annen ütülemezse sen bari ütülesen pantolonunu!
Demişim...
Yıllar sonra kendisi söylemişti de oradan haberim olmuştu! Meğerse annesi vefat etmiş, üvey annesi de özellikle ilgilenmiyormuş!
O kadar kotu hissetmiştim ki kendimi anlatamam?!
Ne çamlar deviriyoruz Allah'ım bize mahcubiyet yaşatma ne olur diye hep dua ediyorum, bilincimi diri tutmaya çalışıyorum...
Kıymrtli Hoca'm, al bizden de o kadar... Önemli olan, empatiye ulaşabilmek ki bunu fazlasıyla sağlamış bulunuyorsunuz...
SilMuhteşem bir hikayeydi hocam. Duygusal, sosyolojik ve psikolojik olarak çok kıymetli bu eserle bizi buluşturduğunuz için çok teşekkür ederiz.
YanıtlaSilAllah sizlerden razı olsun kardeşlerim.
YanıtlaSil