SİYAH HIRKA

 




Ilık bir nisan yağmuru gibi düşmüştü yola. Sanki biraz önce yüzlerinde iğreti bir hüzün tülü, gözleri zoraki bir işi yapıp bundan kurtulmak ister bir huzursuzlukla bazı adamlar tarafından o koskoca siyah çukur hiç eşilmemiş, üç yıldır tutulduğu kemik hastalığından eriyip akmış anacığı kapkara toprağın bağrına hiç indirilmemiş, üzerinde aceleci kürekler ardı ardına zalim bir yığın oluşturmamıştı.

Hadi demişlerdi, gayrı tamam. Anan öldü. Bundan böyle evin hanımı da sensin. Kızı da. Cenaze için uzaktan misafirler geldi. Evi boş komaya gelmez.

Ilık bir nisan yağmuru gibi… Usulca, iddiasız, belki sabırlı… Boynunu bükmüş; peki, demişti. Anasına ağlama fırsatını bile çok gören bu misafirlerin de canları cehennemeydi! Diyemedi.

On beş yaşın verdiği o gürbüzlük, o şen kahkahalar, o vurdumduymazlık, yerine göre isyan kokan hırçın tavırları hiç göstermemişti. Alınyazısının, alnındaki kalemin dışına taşan bir tek çizgisi olmamıştı, ince, titrek, kansız ellerinde.

İnceydi elleri Hasret’in. Kumral, seyrek saçlarını daima arkada toplar; bir toka, bilemedin basit bir lastikle bağlardı. Anası demişti rahmetlik, kız öğrenciye böyle saçını başını savurup dağıtmak yakışmaz yavrum diye.

Köyden kendisiyle birlikte ilçeye gidiş geliş yapan okul servisindeki diğer kızlar gibi de olamamış, evden çıktıktan sonra servis içinde ceplerinde getirdikleri küçük aynalara baka baka dudaklarını, gözlerini boyayan Figenlere özenmemişti.

Zayıf, çelimsiz bir vücudu, kuru, düşük omuzları, genellikle solgun, boz benziyle zaten kimin dikkatini çekecekti? Servisteki, okuldaki diğer genç zıpırların çoğunca farkında dahi olmadığı, silik bir tipti.

Cenaze evine sessiz, düşünceli, yazgısını peşinen kabullenen bir edayla kös kös vardı. Anasına ağlayamaz mıydı bir çocuk?!.. Tertemiz bir pınar serinliğiyle kendinden emin, rahat, yerine göre şırıl şırıl dökeceği gözyaşları bile başına bela oldu. Yeni yeni beliren bağrını kapamak için giydiği hayli bol yeleğinin ucuyla gözlerini sildi. Acısını acemi sırtına alarak eşikten girdi içeri.

Ne ağlıyorsun, diyorlardı. Ağlayıp sızlama boşuna. Anan çekiyordu, kurtuldu. İki de sevin. Öteden yaşlıca bir şişman kadın, ergenliğe yeni girmiş delikanlı cırtlağı sesiyle “Kadını yattığı yerde rahatsız etme, ortalığı sil süpür, gelen giden olur.” diye kükredi.

Avluyu süpürmek için süpürgenin fişini takınca “Hasret, gız. Kör olasıca! Cenaze evinde gürültü yapmaya utanmıyon mu? Ot süpürge ne güne duruyor!” azarını işitti. Söyleyen kimdi, dönüp bakmadı bile.

Ot süpürge halının üzerinde gidip gelirken topladığı şeyler biraz önce cenaze evinde ölünün canı için yenen/yedirilen (?) etli ekmeklerin değil, mutluluğa dair yüreğinin minik bir köşesinde besleyip de atmaya kıyamadığı son umudunun kırıntılarıydı.

Babasının sesini işitti yarı aralık odadan. Erkeklerle konuşuyordu: “Gardaşım, tam iki besili tosun sattım ben avradım için. Daha neydiyim?.. Gurtaramadıh. Allah’dan gelen mecbur ona dönecek.” dedi.

Babası Kel Hamdi’yle göz göze geldiler bir anlığına. Ondan gayrı kimse Hasret’in öfke dolu bakışlarında “Yalan söylüyorsun. Sattığın küçük bir dana. Paranın bir kısmını tedaviye, çoğunu da sigarana, kahvene, kâğıdına, keyfine verdin. Ne iki tosunu!” sözlerini okuyamadı.

“Gapıyı ört gız, bizi mi dinliyon utanmaz!” azarından çok önce kapatmıştı kör olası kapıyı.

Ne üç yıldır anası hastalanalı evin işini gücünü gördüğü zoruna gidiyordu, ne de başkaları gibi köylü oluşu… Ahıra girmek, mal görmek, inek sağmak, tarlaya gidip pancar sulamak, çapa yapmak onun için işten bile değildi.

Bu yaşa kadar başkalarının veya hayatın önüne koyduğu her şeyi kabullenmek istemese de muhalif davranamamıştı. Kimi zaman içten içe okusam, anamı ve kendimi şu adamın zulmünden kurtarsam hayalleri kurardı. Ancak kurtarması gereken bir anası da yoktu artık. Şimdi elinde avucunda asla gerçekleşemeyecek kırık dökük düşleri, her bir tarafı cehaletin isli bukağılarıyla örülü köyü ve o yaştaki hemen her kızın kaçınılmaz sonu olan evlilik mecburiyetiyle kalakalmıştı.

Lise sınavlarına bile geceleri babası yattıktan sonra çalışmış, geceleri helaya giden babasının “Gız, hala ışıhlar yanıyor mu? Elektriğe dünyanın parası geliyor. Hiç mi Allahdan gorhmuyon?! Hemi gız gısmı ohuyup da ne olacah. Boşa uğraşıyon. Evlenme yaşın geliyor. Azıcıh ye iç serpil. Bu halinle kimse yüzüne bahmıyacah. Evde galacan.” yollu sözleri beynine fişek gibi saplanıyordu.

Kel Hamdi’nin ufku kapalıydı, kaba sabaydı; ama yerine göre şeytan gibi kurnazdı da. Kime nereden vuracağını iyi bilirdi. Hasret’in bilgilerini önceden almış, evinde bilgisayarı olan Muhtar Mustafa’nın oğlu Osman’a sorgulatmıştı bile sınav sonucunu. Hasret, sağdan soldan bulup buluşturduğu ikinci el kitaplarla sınavlara çalışmaya çalışmıştı. Sonuç da haliyle pek iyi değildi. Kendisine oranla arkadaşlarının bir değil üç dört sıfır önde başladığı bu zorlu maratonda bırakın onlarla başa baş koşmayı, anca hızlı yürümeye çalışmış, tökezlediğinde de düşü düşüvermişti.

Hele hele Kel Hamdi, Osman’ı eve çağırdığı zaman, “Hele bir daha söyle bahıyım Osman’ım; ne etmiş, ne etmiş bizim gız sınavda?” diye tekrar tekrar keyifle soruyor, Osman diğer derslerdeki netlerini hızlıca söyleyip en kallavisini sona bırakıyor, Matematikten eksi bilmem kaç net, diyordu.

Bu durumun ne olduğunu anlamadığı için başlangıçta Osman’a anlattırıp bir iyice öğrenen Kel Hamdi de hiç bilmiyormuş gibi, o kara kıllı kulaklarını dört açıyor ve Osman’dan “Yani Hamdi Emmi, anlayacağın senin gız Matematikden sıfır seviyesinde bile değil. Sıfırdan da aşşağı.” yorumunu alınca keyfine diyecek olmayan Kel Hamdi, elini eline çalıp kahkahaları patlatıyordu.

Bu sözler kalbinden ruhuna zehirli bir hançer gibi girip burgu burgu dönen Hasret, çaresizce susuyor, diyecek bir laf bulamıyordu.

Ne desindi Hasret?.. Ufaktan beri anasını döverdi Kel Hamdi. O cılız kadını hasta demez, yorgun demez, yerden yere çalardı. Yetmez, onun korkusuyla ağlayan Hasrete basardı sopayı.  Kızcağızı hor görür, küçümserdi. Korkutmuş, sindirmişti. Küçüklükte kolu kanadı, tüyü teleği yolunan kuş nasıl uçardı?

Evlendiğinin ilk yılları çocuğu olmadı rahmetli anası Nuriye’nin. Konu komşu, akrabalar, etraf durmadan “Hani çocuğunuz?” dedikçe, Kel Hamdi, hırsını kadından çıkarıyordu. Garip Nuriye ağlıyor, sızlıyor, “N’apalım Hamdi, Rabbim dilerse verir. Dilemezse elden ne gelir ki…?” dedikçe Hamdi’nin kan tepesine çıkıyordu.

Birkaç yıl hastaneye git gel olmuşlar, nihayet Nuriye gözleri ışıl ışıl Hamdi’ye sarılarak müjdeyi vermişti. O an, sevincinden boş bulunan Hamdi üç yıllık karısına ilk kez böyle şefkatle sarıldı. Neden sonra durumunu fark ederek hanımını yitip, “Geri bas bahalım. Daha erkek mi, gız mı onu bile bilmiyoh…” dedi. Nuriye’nin sevinci ayaz vuran goncalar gibi yüzünde donup kaldı. “Hamdi’m, Rabbime şükretmeli. Ne isderse verir. Sağlıklı olsun da tek…” sözünü ağzına tıkıverdi beriki:

 “Eyi de, erkek olmazsa benim soy sop nasıl sürecek? Bu evi ocağı kim tüttürecek. Gız gısmı el gapısı değil mi? Gız olacahsa heç isdemem, eksik galsın!” cevabını aldı. Nuriye Hamdi’yi daha fazla kızdırmamak için uzatmadı. Dualar etti gecelerce. Halini Rabb'ine arz etti.

Nuriye’nin doğumunu hastanede dört gözle bekleyen Hamdi, orada bulunanların önerisiyle yaptırdığı çiçek, aldığı bir kutu çikolata ve kolonyayla müjdeci gelen hemşireye koştu. İçi içine sığmıyordu, soluk soluğaydı. Heyecanını zapt edemiyordu. Aklı fikri karşıdaki kundağın cinsiyetindeydi.

Hemşirenin uzatmasıyla bebeyi gayri ihtiyari kucağına aldı. Hem meraktan ölüyor hem korkuyordu. “Gözünüz aydın bir kızınız oldu. Allah analı babalı büyütsün.” Sözüyle hiçbir şeyden haberi olmayan bu gözleri yumuk, masum bebeyi tiksintiyle itmiş, el kadar yavruyu ne yapacağını bilemeyen hemşire iki gözü iki çeşme ağır ve kararsız adımlarla gerisin geri yarı baygın vaziyetteki Nuriye’nin koynuna usulca uzatmıştı. Hamdi’nin beyni zonkluyor, iri burun delikleri keskin, hızlı soluklarla genişliyor, ağzında anlaşılmaz küfürlerle hastaneyi dört dönüyordu. Beyni zonklayarak çiçeği, şunu bunu; beraberinde de oğlu olacağı ümidini, ilk bulduğu çöpe doluşturdu.

Hırsı ve kini bundandı. Bir erkek doğuramadığını her fırsatta Nuriye’nin başına kakıyordu. Fakat asıl intikamını da küçüklüğünden beri doğru dürüst sevmediği; kendi kanını, canını taşıyan bu talihsiz yavrudan alıyordu. Anası, ola ki kendini sever, şu ufacık yuvasında bir avuç mutluluk benim payıma da düşer, hayaliyle bir oğula hasret kaldığından Hasret verdi adını. Ötekilerden biri olarak doğdu Hasret. Aslında herkesçe malum olan; fakat inatla görülmek istemeyen bir öteki… Başkalarınca belirlenen kurallara göre yaşayacak, bu işine gelmese de teslim olacak, bir köşede ölümü bekleyecekti.

Asıl cenaze evi çocukluğunu, ergenliğini, ilk gençliğini yaşayamayan Hasret’in hiç bitmeyecek bir yası tutan gönlüydü. Sanırdınız ki o, otuz yaşında koskoca bir kadın da olsa hep böyle pısmış, sinmiş, çaresizliğin girdabında dönüp duran bir kız çocuğu olarak kalacak.

Oysa o da insandı. İnsan safına konmasa da. Hayalleri bile vardı. Sınıfındaki diğer kızlarınki gibi büyük hayaller değildi belki. Doktorluk, avukatlık, mimarlık istemiyordu. Onlar erişilmez, ulaşılmazdı. Kendi yerde, o meslekler gökteydi. Kafası çalışmayan, aptal, beceriksiz, anasına çekmiş; beklenen oğulun, varisin yerini alan bir hırsızdı.

“Ben inşallah, Allah izin verirse, olamam ya, hadi oldum diyelim, mümkünse… Eeeeee… Tamam söylüyorum. Anaokulu öğretmeni olmak isterim. Hiç gardaşım olmadı benim. Anam zaten kırk yaşında. Kadınlıktan kesilmiş. Dediğine göre başka da çocuğu olmuyormuş. Gardaş yerine köyün çocuklarını sevdim.

Komşu Zeliha’nın ufak oğlu Memmet’i ben büyüttüm sayılır. Altını üstünü değiştirdim. Beş altı yaşına kadar oynattım. Analık yaptım. Hem ona renkli karton kâğıtlarını kesmeyi bile ben öğrettim. Vallaha. Makas tutmasını bile bilmiyordu. Olamam mı, he doğru söyleyin, olamam mı anaokulu öğretmeni…” derdi kendi iç sesiyle sohbet ederken.

Vakit ilerlemiş, cenaze evine gelenlerin getirdiği etli pideler mutfak tezgâhında yerlerini yadırgar vaziyette istiflenmiş, Kel Hamdi ise oturduğu kanepeye ardı ardına yaktığı sigara dumanları içinde adeta sızmıştı. Uzun, iri gövdesi, zavallı yatağa bir külçe gibi çöreklenmişti.

Neden sonra okunan ezanla kendine geldi. “Gız Hasret, hadi bişiyler hazırla da aptes alıp ahşam namazını gılacam, vakit geçmesin.”

“Sen namazını kıl baba. O zaman kadar ısıtırım yemeği.”

“Çoh gonuşma gız! Ben bilmiyom mu önce namazımı gılmayı. Ne demiş peygamberimiz? Yemek dururken namaz gılınmaz dememiş mi? Hele ahlımız başımıza gelsin. Gaç gündür hasdaydı, cenazeydi. Rahatımız mı galdı?..”

Kel Hamdi’ye döndü Hasret. Çağla yeşili gözleri şimdi çakmak çakmaktı: “Rahatı mı kalmış?                Hay senin rahatın batsın! Kırk yaşındayken gül gibi soldurdun anamı. Erkek evlat diye başının etini yedin. Beni bir gün doğru dürüst sevmedin, bağrına basmadın. Anamınsa amel defteri senin elindeydi. Ne yapsa suç, ne etse günah yazdın. Cehennem cezasını da kendi ellerinle verdin. Körkütük edip yataklara düşürdün.

İlaçlarını yarım yamalak aldın. Fakirlik dedin. Borcum çok dedin. Geçer dedin. Hele sabret dedin. Fakirdik biz, doğruydu... Ayıp değildi. Ama asıl fakirlik cebinde değildi senin, ruhun, gönlün, beynin, kalbin fakirdi. Ne fakiri, hepten kurumuş!

Yerin dibine bat!.. Keşke anam öleceğine sen öleydin. Biz iki kadın halimizle temizliğe gider, geçinirdik namusumuzla. Sen bırak benim öz babam olmayı, üvey babam bile olamazsın. Nursuz herif! Hele şu tipine bak. Düğün evinde misin? Yemeği nasıl da canın istiyor?.. Utanmaz!.. Daha anamın mezarına dökülen su kurumadı. Hadi kadının ruhundan utanmıyorsun. Allah’tan da mı korkun yok?...”

Allah deyince, hâlâ midesi kalkarak baktığı sofradaki bu adama içinden saydığı laflardan, aklına üşüşen düşüncelerden bile utandı. Çekip gitti Hasret. Doğru ahıra... Malların yeygisini veren Hamdi, sulamasını tembihlemişti ona. Ortalığı topladı. Acısına sarılıp yattı. Uyuyamadı.

Bedeninin inatla su istediğini hissetti. İçe çökmüş midesini hınçlı yumruğuyla -tövbe, yumruk bile denemezdi; bu ince, beyaz, kemik yığınıyla- ovdu. Yataktan doğrulup el alışkanlığıyla bir yudum su içti. Başını öte yana çevirince sandalyenin üstünde anasından hatıra kalan bir çift patikle göz göze geldi. O an yaptığından büyük bir utanç duydu. O bir yudum su zehir oldu, tüm damarlarını dolaştı. Yatakta dizlerini karnına çekti, sessizce ağladı, ağladı. Sabaha doğru ancak sızdı.

Ertesi gün ala şafakta sıçradı yataktan. Babasının kahvaltısını hazırladı. Evi biraz daha toparladı. Ahırı kolaçan etti… Bir sıkıntı yoktu.

Biraz gezeledi evde. Odasının tavanına baktı. Tavandaki kütükler bile anasının kemikleri gibi incelmiş, kocamış, kamburlaşmış geldi gözüne… Hayır, bu kasvetli yerde daha fazla duramayacaktı.

Çabucak okul formasını giydi. Ne bulduysa çantasına atıp kaçarcasına okul servisine bindi. İyi ki servis bedava, dedi içinden. Taşımalı öğrenciler bir de servise para verselerdi Kel Hamdi yollar mıydı kendini okula? Şükretti.

Serviste telaşla çantasından çıkardığı ders programına bakarken üç gündür okula gitmediğini düşündü anasından dolayı. Hayat böyleydi işte… Acını bile doya doya yaşatmaz, sürüklerdi ardından. Bırakın bir baş sağlığı dilemeyi; bir de arsızca kendine bakıp fısıldaşarak gülüşen Figenlerin de bir anası yok muydu? Tüm insanî duyguların bilekleri kelepçeli, yüreklerin kapıları mühürlü müydü?

Nihayet ilim yuvasının önce çatısı, ardından pencere ve duvarları görünmüştü. Oh, dedi derinden. Dersleri çok iyi değildi belki. Fakat burası onun kör karanlık kuyusuna bir parça da olsa sızan gün ışığı,  prangalarla esir alınan ruhunu günde birkaç saat olsun soluklandıran kutsal mekânıydı.

Şükür ki sıra olmaya gecikmemişti. Hepi bir örnek kıyafetlerin ardına bir boncuk gibi o da diziliverdi. Nöbetçi öğretmen kılık kıyafeti tek tek kontrol ediyor, kapıdaki bir nevi turnike sistemi seçici geçirgen özelliğiyle bir hücre zarını aratmıyordu.

Sırasını takip ederek ileri hamle yapan ve kapıdan girip dersine geçmekten başkaca bir derdi olmayan Hasret’in omzu, iki sert ve kararlı parmakla zınk diye durduruldu. Neye uğradığını şaşıran çağla yeşili iki ürkek bakış, öğretmeninin gözlerinde neler olduğunu aradı aceleyle.

 “Hani senin siyah hırkan? Okul başlayalı kaç ay oldu, daha kuralları öğrenemedin mi?”

Her bir sözcük mermi şiddetiyle önce kalbine değiyor, orada kapakçık, kulakçık, karıncık ne varsa tarıyor; vınlamalar ise kulağına belli belirsiz çalınıyordu. Yalnız bir sözü duyduğuna emindi: Siyah hırka.

Çatlak dudaklarıyla birlikte dili, damağı da kurumuştu şimdi. Kuruyan vicdanlar ise varsın görünmezliğin rahatlığını biraz daha yaşasınlardı.

            “Kuralları biliyorum öğretmenim. Şey, ben… Özür dilerim. ”

“Özür dilermiş. Hem hırkan yok. Hem de saçın başın düzgün değil. Böyle öğrenci mi olur ha?!. Sabah seni bu halde nasıl okula gönderiyorlar. Anlamıyorum. Senin nasıl anan var? Allah Allah ya!..”

Doğumundan o ana kadar kendi ruhunu bir plasenta gibi bedeninden ne ayrı ne de bir, paçavra gibi sürükleyerek taşımış, iki gözcük evinde anası ve kırık hayalleriyle avunmuştu. Kel Hamdi’in laflarını, etrafın horlamalarını, küçücük ömründe tattığı ıstırapları bile içine çekebilecek kadar genişliğe sahipti toy sinesi. Fakat bu son sözler sineye ağır gelmiş, taşmıştı. Koruması gereken bu kez kendi değil, kader yoldaşı, canı, daha bedeni bile soğumamış olan tüm varının hatırasıydı…

Hasret, ömründe ilk defa başını gururla kaldırdı, düşük omuzlarını dikti. O eski, pörsük ruhunu söküp atmış, taze can ve kan bulan körpe bedeni şimdi bir kaplan misali gerilmişti. Çağla yeşili gözlerinde keskin, kararlı, sınır çizgilerini hatırlatan tabelalar yandı. Tüm okul bahçesinin kurallarla çevrili duvarlarında; bundan başkaca ömründe onu tanımış tüm paslı yüreklerde, sağır gönüllerde, kör kulaklarda, hiç sızlamamış olan burun direklerinde, o an, kara yazgısını silip yeni baştan yazacak olan sözleri birer kurşun misali yankılandı:

“Anam yok öğretmenim. Dün öldü. O acıyla siyah hırkamı bu sabah unuttum.”

Sesin yankısıyla kulaklar patladı; duvarlar, pencereler, kapılar, kapılara kurulan görünmez turnike sistemleri gümbür gümbür çöktü.

O günden sonra siyah hırkasıyla birlikte, kendisi doğmadan asırlar önce sipariş edilmiş olan,  karanlık zihinlerde fotokopiyle çoğaltılıp deli gömleği misali zoraki giydirilen “uydurma yazgısını” sırtına bir daha takmadı.

Ötelerde bir mezar, ılık nisan yağmurunu tebessümle içiyordu.

 

Adem KURUN

Yorumlar

  1. Hasret, Hamdi, Nuriye, Filiz, anneler, babalar, öğretmenler, okul, kurallar, okul servisi, ... hayatın tam içinden bir hikayeyle buluşturdun bizi Adem hocam. Ağzına yüreğine sağlık. Çok etkiledim. Kendi hesaplarımdan tanıtım yaparken şu yorumla bu hikayenin linki paylaşmıştım:

    YanıtlaSil
  2. 'Siyah önlük' giyerdik biz ilkokula giderken. Adı forma değildi, üniforma ise hiç...

    Her gün bembeyaz yakalıklarımıza, kan kırmızısı kurdela bağlardı annelerimiz!

    Eşitliği sağlamak, statü farkını ortadan kaldırmak içindi o form, zannımca!.. Birgün okulumuza kaymakam çocuğu gelince; önlükteki siyahın rengini açılmış, yakalığın dantelli olduğunu, kurdelanın ise beş güne beş ayrı renkle bağlandığını imrenerek görmüş olduk!

    O zaman anlayamamıştım ama artık anlıyor, biliyor ve mücadele ediyorum ki: Yasayla, yönetmelikle, kuralla, yasaklamayla ne ile yaparsan yap, zihinlerdeki sınıf farkını kaldıramadıktan sonra imtiyazlı kişiler olduğu algısını asla bitiremeyeceğiz...

    Adem hocamın -Siyah Hırka- hikayesiyle sizleri baş başa bırakıyorum...

    YanıtlaSil
  3. Bir de öğretmen olarak kendi acı hatıram var. Onunla da yüzleşmek istiyorum. Lisede kumaş pantolon ceket, gömlek kravat zorunluluğu olan dönemde, hep kırışık pantolonla okula gelen bir öğrencime;
    -Oğlum akşam pantalonla yatıp sabah pantolonla kalkmış vaziyette okula geliyorsun. Annen ütülemezse sen bari ütülesen pantolonunu!
    Demişim...

    Yıllar sonra kendisi söylemişti de oradan haberim olmuştu! Meğerse annesi vefat etmiş, üvey annesi de özellikle ilgilenmiyormuş!

    O kadar kotu hissetmiştim ki kendimi anlatamam?!

    Ne çamlar deviriyoruz Allah'ım bize mahcubiyet yaşatma ne olur diye hep dua ediyorum, bilincimi diri tutmaya çalışıyorum...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Kıymrtli Hoca'm, al bizden de o kadar... Önemli olan, empatiye ulaşabilmek ki bunu fazlasıyla sağlamış bulunuyorsunuz...

      Sil
  4. Muhteşem bir hikayeydi hocam. Duygusal, sosyolojik ve psikolojik olarak çok kıymetli bu eserle bizi buluşturduğunuz için çok teşekkür ederiz.

    YanıtlaSil
  5. Allah sizlerden razı olsun kardeşlerim.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Lütfen yorumlarınızı bizimle paylaşınız. Yorumlarınız bizler için çok değerli. Onaylama işlemi zaman alabilir. Hakaret içeren yorumlar onaylanmayacaktır.

Popüler Yayınlar