BEN VE SEN, SESSİZ BİR AŞK ŞARKISI
Düşündüm, sesi kesilen Aşk Şarkısı’nın suskunluğuna vuruldum. Bir an ses tellerimin topraktan olduğunu unutarak senin faniliğine laf ettim. Ama kızma bana, bu fanilik yalnızca Dünyan’a ait olandır.
Ben bir
canlıyım, sen canına susamış bir ölüsün. Ben aklı başında biriyim, sen aklı beş
karış havadasın. Ben bir hesap makinesiyim, sen ise bir çetele tablosusun.
İstemem
selamını. Senin selamın, benim için bir güven değil korku kaynağıdır. Adım
attığım her kaldırım taşı, yerinden sen tarafından kaldırılıp başıma inecekmiş
gibi hissederim. Çünkü senin korkun, bilinç dünyamın zeminini bile yerle bir
eden bir enerjiye sahiptir. Depremlerin logaritmik sayaçlarını yakar, benim
şakulümü kaydırırsın!
Ben senin
adını kulak mememe bir delik olarak dağlamışım, kulağıma küpe olan her söz
sende asılı kalmıştır. Sen adımın geçtiği cümleler kuruyorsun, derin kulak
çınlamalarımın kaynağı olan. Benim ismim, senin dilinde yuvarlanırken ben hangi
çamurda daha da batıyorum, bilmiyorsun! Sen sadece kendini rahatlatıyorsun, rahatlatıyorsun
ki etrafındaki kefen kumaşının deliklerinden Dünyanı seyretme hakkını kendinde
buluyorsun. Oysa sen, diğer devletlerin yanındaki Orta Doğu ülkeleri gibi hep daha
az hakka sahipsindir. Senin mazeretlerin, Avrupa ülkelerinin bahaneleridir. Sen
üretmeyi, tüketmeye taptırırsın. Mabedin AVM’ler, ibadetin alışveriş yapmaktır!
Benim dolma
kalemimin haznesindeki mürekkep, ışıl ışıl a4 kağıdıma bir Nazım şiiri olurken senin
parmaklarına bulaşan mürekkep artıkları, papirüsünün gözeneklerini bile
dolduramaz! Dizeler, senin için bir avuç metal talaşı, benim için aşka katma
değer taşıyan dev bir yük trenidir.
Aşk
şarkısı çalan müzik sistemlerimin bütün kabloları kısa devre yaptı,
kondansatörlerinin pamukları ortalığa saçıldı. Elektronlar bile hiçbir dirence
kafa tutmak istemiyor artık. Kalbine besin ve oksijen taşıyan damarların kısa
devre yaparsa nasıl yaşayacaktın ki? Sen ölüsün, diyorum inanmıyorsun bana!
Artık ölü olan ben değilim, sensin!
Yediğim
yumrukların bıraktığı morluklar, bilincimin bahar bahçelerindeki zambaklara
renk oluyor. Yumruk yemeye devam ediyorum ama hiçbiri canımı yakmıyor. Yumruk
şekline gelmiş her el, elmacık kemiklerime temas ederken kulağıma küpe olan kırmızı
cümleler döküyor yanaklarıma. Yüzümden kaldırım taşlarına süzülen kırmızılar, dolaşım
sistemimin vücudumu temizleyen zekâtı olarak yazılıyor haneme.
Ben, biz
diye çırpınan, bölünüp parçalanmayan, fırtınalı günlerde ürperti veren,
görkemli, içindekilerin içindekilerle aklını bozmuş olduğu bir okyanus; sense ben ve sen diye iki parçaya bölünmüş
Kızıldeniz. Benim derinliğimde batmak kolaydır, seninkinde yüzmek. Zira
faturalar ve yaşamak gibi pek bir tuzlusun artık!
Oysa ah… Newton’a
fiziği ve matematiği bahşeden Tanrı, seni de bana bahşetmişti. Seni sevmenin
bütün formüllerini bulmuştum. Senin için, bilinmeyeni yalnızca -ecel- olan
sevgi denklemleri kurmuştum. Derecesi kaç olursa olsun her denklemin kökleri
bana aynı determinantı verirdi. Güya kaderimiz birdi…
Seni, sen
olduğun için seven benden, ben olduğum için uzaklaştın. Sana uzanan
kilometreleri, milimetre hassasiyetiyle kumpasla ölçen benden, arşın ve adım
sayarak kaçtın! Yüreğin bende kaç okka ederdi, hiç düşündün mü? Düşünmedin!
Yola,
yolculuğa doymayan ben, alışkanlıklarımı yol kıyılarında bıraktım. Her şehrin
giriş ve çıkışlarında bulunan tabelaların altına koydum bir bir… Topluca
kazanılan her şey, acı vererek bir bir kaybedilmez miydi hep zaten?
Yaz güneşinin
yakıcılığına, kış rüzgarının ayazına set olan Dünyan, senin mezarına bile
gelmeyen vefasız bir evlattır artık. Bendeki sen korkusu da mezarlıkta
gezmekten korkan bir çocuğun korkusu kadar masumcadır. Seni, Dünyanda öldürüp
bende hiç canlı olmamışların koynuna bırakıyorum. Temiz ve tek başına geldiğin
o Dünyandan kirli bir topluluk olarak ayrılmışsın. Belki kendine göre cennetindesin,
yasak elmandan bir ısırık daha alıyorsun ama…
Sen
ölüsün.
Kalabalıkların,
benim yalnızlığımla bile baş edemeyecek kadar cansızdır. Atmosferimi, üzerime
bir yorgan olarak çektiğimde karanlıklarınız bile size geri yansır! Çünkü ben,
kendimi hep siz gibi gözükerek korudum sizden. Ama yanlış anlama. Seni bilir,
tanırım ben. Sen, yalnızlığımda dahi beni kalabalıklara karıştırsan da ben
hangi kalabalığın arasında olursan ol çekip çıkarırım seni karaya.
Ha bir de…
Soğudu
diye çaya olan sevdamdan vazgeçecek değilim. Yeni hasat vaktine kadar dinlenmeye
çekilen, çiftçi bir ailenin en küçük çocuğu gibiyim ben. Çocukluğumun sadece
ben farkında olsam da hatta gerçek hayatta birçok yetişkinden daha olgun olsam
da büyümekte olan bir çocuğum ben. Sen değilsin ama…
Sen
ölüsün.
Enes
COŞGUN
Böyle bir metni okuyan pek çok kişi; acaba ne kadarı gerçek? Acaba kendi hayatından örnekler var mı? Acaba sadece kurgu mu, yoksa mesaj yüklü bir yaşanmışlık mi? Diye arka arkaya gelen sorulardan kendini alamaz! Açıkçası ben de çok etkilendim ve umarım gerçek değildir, sadece kurgudan ibarettir diye dua ediyorum Enescim. Bilirsin türk filmi seyrederken ağlayan nesilleriz biz...
YanıtlaSilBu sorular kuşkusuz her zaman sorulur yazan kişilere hocam. Hatta bazı yazarların hayatı tahmin edilmeye çalışılır bu yolla. Elbette insanız, merak edeceğiz. Ama bence bu sorular hep cevapsız kalmalı. Böylece yazan kişi ile okuyucuları arasındaki bağ, okuyucunun kendi zihnindeki gibi oluşmalı. Ben de bu sorulara cevap vermektense sadece "hissettim" demeyi yeterli görüyorum hocam. Eğer sizlere de bir miktar hissettirebilmişsem ne mutlu...
SilHissettirmek ne kelime? Yüreğim acıdı resmen! Asla zihninde öldürmüş olduğun "sen" olmak istemezdim! Acayip bir duygu! Ben de onu anlatamam! O da bende kalsın. Sevgiler canım.
Sil❤❤
SilBizim için artık ne "dua" ne de "beddua" olanlara ithaf edilmiş gibi... Enfes bir anlatımdı... Yüreğin hiç yanmasın kardeşim...
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim hocam. Doğru yerden yakaladınız her zamanki gibi... Ancak genelde mutsuzluklar dile getirilip yazılabildiği için biraz yanmasında sakınca yoktur, diye düşünüyorum. 🙂
Sil