İÇİNDEKİ LUDOVICO
İçimde garip bir his beliriyor, aklıma o görüntüler geliyor, midem bulanıyor, kafamda 5. senfoni... Ahh. Düşünmemeliyim onları. Ama anlatmalıyım sana oğul. Anlatmalıyım ki bakalım benim içimdeki Ludovico, senin de içinde miydi? Onun için anlatmalıyım...
Vicdan! Azıcık vicdan yahu! Toplum vicdanı... Adını çok kez duyuyorsun değil mi? Toplum ne ki vicdanı olsun ya da vicdan nasıl bir şey ki toplum gibi bir oluşumun parçası olabiliyor? Vicdanını seçebiliyor musun, mesela? Ney iyi, ney kötü sana göre? Kumanda senin elinde mi? Tanrı, kötüyü seçmeyi iyiye mecbur olmaktan daha mı çok seviyor acaba?
Hırsızlık, kavga, cinayet, ırz düşmanlığı... Devlet “suç” diyor bunlara, Tanrı “günah”. Aynı şey olmak zorunda değil gibi geliyor bana. Yine vicdan hatırıma düşüyor. Bunlar benim vicdanıma da aykırı, toplumunkine de. Yaratılıştan gelen bu karmaşık ağ, ne zaman kötüye rastlasak içimizin duvarlarında bir jiletli tel olup geriyor, kalbimizi ve damarlarımızı; ne zaman ki iyiye rastlasak adeta bir ipek yumuşaklığında sarıp sarmalıyor, organlarımızı. Hep aynı duyguları yaşıyorum, vicdan OTOMATİK olarak çalışıyor ama ben bedenim üzerindeki bu determinizme inanmak istemiyorum, başına bir ‘oto’ lazım sanırım...
Oto, otomatik, otomatik olarak... Otomatik Portakal... Ahh Burgess!
Bugüne kadar yaptıklarını aklına getirip kritiğini yapma yeteneğin yok. Kim ne derse desin sana hiçbir zaman tam olarak kavrayamazsın yaptıklarını, yaptıklarının başkalarına yaptığı etkileri... Belki aklına bile gelmez davranışlarının böyle bir etkiye sahip olduğu. Hani derler ya ‘Ölürken bütün hayatın gözünün önünden akar.’ diye, kısmen doğru o da oğul. Çünkü ya hayatındaki bütün iyilikler ya da bütün kötülükler yansır aklının beyaz perdesine, biliyorum. Vicdanın hep iyiyi işaret etse ve onu seçmeni fısıldasa da, sen tahterevallinin diğer ucundaki kötülüğü de önemsersin zekanla. Onun dengesi seni mecz eder. Sonuçta ikisinden birini seçersin o anda. Otomatik olarak çalışır her zamanki gibi vicdanın. Kendi önerisini seçsen de seçmesen de o senin peşini hiç bırakmaz. En çok ne yaptıysa yine onu yapar sana. Belki çarmıha gerer ruhunu, belki huzurlu bir uyku bahşeder sana.
Bu yeteneğe sahip olmaman, seni bir şeyler yapmaya iştahlandırıyor. Asla yaşamaya, suç işlemeye, sevap kazanmaya, iyilik yapmaya, kötülüklerin yolunu tutmaya doymuyorsun. Aslında buna sen “hayat enerjisi” gözüyle bakarsın, değil mi oğul? Hayır, hayır... Hayat enerjisi diye bir şey yok! Enerji yalnızca kaslarındaki proteinleri hareket ettiren ATP ve Kreatin Fosfat’ta var. Sendeki ise bir tür dürtü. Ne olduğu belli ancak nereye götürdüğü belli olmayan, ne idiği belirsiz bir dürtü.
Sezyum-133'ten destek alıp yola devam ettikçe, fiziksel bazı temeller kurarsın bu dürtüyle. Olayları birbirine bağlar, nedensellik makinesini çalıştırırsın. Aslında bu makinenin yakıtını tikeller mi tümeller mi doldurur, onu da bilmiyorsun değil mi oğul? Her ne kadar bunu bilmesen de; hayatın bir olay haritası şeklinde vücut buluyor vicdanla yoğrulmuş benliğinde bir ‘data’ olarak. Bu dataların içeriğindeki seni devre dışı bıraktığında elinde genel bir harita, çok kez doğrulanmış bir istatistik veya başarılı bir navigasyon yazılımı kalıyor. Anlayacağın fiziksel yapı, datalara da temel oluyor. Ve başlarına ‘oto’ değil ‘meta’ geliyor artık ey oğul. Artık elinde metafizik ve metadata var.
Kişi özelinden kurtulmuş bu kavramlar, artık daha kitlesel şeylere karşılık geliyor. Yani aslında özlerini aşıyorlar. Fiziği aşkın ve datayı aşkın... Artık elimizde bu kavramların oluşturduğu, genel değerlendirmeler yapabileceğimiz bir harita varken Alex’i daha yakından tanıyıp, olayları daha iyi analiz edebiliriz.
Ne yapmıştı Alex? Aklına gelebilecek hemen her suçu işlemişti, değil mi? Yaşı küçük ancak işlediği suç ve günah açısından iki ayağı ölüm çukurunda olan Alex... Hapishaneden kurtulup tekrar suç işlediği günlere dönmeyi hayal ediyordu. Hatta dışarıda geçireceği ilk birkaç günün suç planını bile yapmıştı kafasında. İçindeki bu dürtü onu dışarı çıkmak için her yolu kabul etmesine zorunlu kıldı. Ve karşısına çıkan, adını sanını daha önce hiç duymadığı bir yöntemi kabul etti. Çünkü kafasında sadece dışarı çıkmayı kurgulamıştı ve LUDOVICO da ona bunu sunuyordu.
O sandalyeye oturdu. Elleri, ayakları, bütün vücudu sandalyeye bağlanmıştı. Kollarına bir ilaç enjekte edilmişti. Aslında içine az da olsa bir tedirginlik gelmişti ancak kararlıydı: dışarı çıkacaktı. Karşısında bir sinema perdesi. Aynı ölüm anındaki gibi... Ve play tuşuna basıldı, film oynamaya başladı. Yaptığı pislikler bir bir yüzüne, damarlarındaki ilaç ise arter duvarlarına çarpıyordu. Doktorların ona zorla, işlediği suçları içeren filmler izletmesi onu çılgına çevirmişti; yerinden kalkıp ortalığı dağıtmak, kafasını duvarlara vurmak istiyordu. Ama nafile... Gözlerini bile kırpamazdı artık. Çünkü göz kapakları arasında da sivri metal teller vardı. İnsanlara çektirdiği acıları artık o da hissediyordu. Hayat ona gülmüyor, her yaptığı pislikten zevk almıyor, çektirdiği acılarla yüzleşiyordu. Artık araç yokuş aşağı bile yakıt yakmadan gitmiyordu! Rampa başlamış, motor yüke binmiş, şanzıman dişlileri ve priz direk ağır baskı altında, frenler kampanaya kitlenmiş, kesif bir balata kokusu! Debriyaj ise kaçırmak üzereydi...Oğul, insanın yaşarkenki hassasiyeti yaşatırken olandan daha fazladır.
Alex, uç bir örnek biliyorum. Ancak olayın farkına var! İnsan, ne kadar suç işlerse işlesin, ne kadar hükümlü olursa olsun, yani suçluluğu tescillenmiş dahi olsa kendisini masum görebiliyor. Hatta ona meyilli! Çoğu zaman farkına varmıyor yaptığı hataların. İnsanlara acı çektirdiğini fark etmiyor. Kurulu bir makine gibi otomatik olarak yaşıyor!
Kurtul onlardan demiyorum, farkına var!
Farkına varmak çok da kolay değil ha... Evet, biliyorum. Çünkü kimseye yaptığı hatayı olaysız anlatamazsın. Kimse yediği haltları kulaklarıyla duymaya, gözleriyle görmeye, içinin mahzenlerinde hissetmeye tahammül edemez!
Kafasında kurguladığı ben’e öyle inanır ki; kendisini dünyanın en iyi kişisi zanneder, cennete gireceğini düşünür, sürekli bir ödüllendirilme hevesiyle beslenir zihninin köpek kulübelerinde... İsteklerin, içinden geçirdiklerin, düşündüklerin vs. sen değilsin oğul. Özür dilerim ama sen; “Düşündüklerin değil yaptıkların kadarsın!” ey oğul…
Belki de insan olmak, bütün bu otomatik şeylerle savaşmaktır, ha oğul. Ne dersin? Benliğimize ayna tutmanın vakti gelmiştir. Çünkü ludovico, insanların eliyle uygulandığında suçlarının cezasına kefaret olurken; Tanrı (Teizm tanrısı) eliyle uyguladığında işler tersine döner. Çünkü cezan yeni başlıyordur. Ne beyaz perde, ne sandalye vardır. Özne de yüklem de sensin evlat! Çünkü yaptıkların bizzat sen tarafından yüzüne vurulur. Tanrı kutsal uyarısını yapmış ve seni vicdan ile nefsinin tahterevallisine oturtup kenara çekilmiştir. Kamera kayıt işleriyle bile ilgilenmez. Görev taksimi ta baştan, metadatalara kusursuz bir şekilde yüklenmiştir Ona göre! O kutsal uyarı ise “Nihayet oraya geldiklerinde vaktiyle yaptıklarından dolayı kulakları, gözleri ve derileri onların aleyhine şahitlik eder.”
Hiçbir şey için geç değil, Dünya denen koca portakal hala dönüyor oğul. Sandalye de içinde beyaz perde de. Sen nerdesin, işte asıl mesele bu... Perdesiz ve sandalyesiz bir yerde sana karşı senle yüzleşmektense, metafizik ayakkabılarınla hayat denen çamurlu tarla üzerinde bıraktığın her metadatayla burada yüzleşmek de var! İçindeki vicdanın ya da nefsin sana ne fısıldıyor? Başka bir ihtimal var mı? Yoksa benim içimdeki ludovico, sende yok mu? Haydi bu sorularımı da sen bana cevapla oğul! Çünkü hala dönüyor o kahrolası OTOMATİK PORTAKAL !!!
Enes COŞGUN
(Değerli okuyucularım, sizlere bu sefer yazıdan sonra dinlemeniz için bir parça bırakıyorum. Şanışer'in Ludovico II albümünden "Kaç Kere Öldün?" Keyifle değil, keyfiniz kaçarak dinlemenizi umarım...)
Muhteşem metaforlar içeriyor. Bayıldım inan bana ve tekrar tekrar okudum Enescim. İlk paragraftaki kayboluşum, sonuç bölümünde yine oğula sorulan sorularla beni kendime getirdi.
YanıtlaSilUmarım hiç kimseye, Alex'in bizim de Souza Alex olmadığını anlamak zor gelmeyecektir...
Çok teşekkür ederim hocam. Hiç aklıma gelmemişti doğrusu Souza Alex :)
SilKitapta bahsedildiğine göre Ludovico, aslında suçluların tedavi edilip tekrar topluma kazandırılmasını sağlayan bir tedavi yöntemi. Baş kahramanımız Alex de bunun ilk kobayı. Burgess, kitabında birçok farklı konuda eleştiri sunuyor. Ben de o eleştirileri birleştirip, kendi süzgecimden geçirerek bir kompozisyon yakalamaya çalıştım. Siz veya diğer okuyucularımız daha detaylı bilgi öğrenmek isterlerse internette farklı kaynaklar bulabilirsiniz hocam...
Ayrıca kitap ile aynı isimde bir sinema filmi olduğunu da belirteyim.
SilBen de bayıldım.Kaleminize yüreğinize zekanıza sağlık.Ne kadar güzel ve özgün bir kitap incelemesi olmuş.Ve kitaptan yola çıkarak sorgulatılanlar..Zaten okumayı çok istediğim bir kitaptı merakım kat be kat arttı.Teşekkürler.
YanıtlaSilGüzel düşünceniz için ben de size teşekkür ederim. Kitabı okurken çok etkilendim ki hala etkisinden çıkmış değilim. Burgess'ın eleştirilerinin bir sentezini yapmaya çalıştığım bu çalışmanın sizlere bunları hissettirmiş olması da ayrıca mutlu etti beni.
YanıtlaSilKardeşim eline sağlık
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim...
Sil