MESNEVİ

Hiç lafı eğip bükmeye gerek yok. Resmen birilerince kutsal kitap olarak kabul edilen bir kitap! Zaten “Önsöz”ünü okursanız neden öyle söylediğimi anlarsınız. Tıpkı Said Nursi’nin Risaleleri gibi Kutsal kitap kataloğumuza Mesnevi de sokulmaya çalışılmaktadır. Alana, kabul edene hayırlı olsun… 

Geçtiğimiz Salı günü ilçemizde görevli Ortaokul ve Lise öğretmenlerine “Mesnevi’den Pedagojik Telkinler” konulu bir Seminer çalışması tertip edildi. Sunumu Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Doç. Dr. Akademik titrine sahip bir hocamız yaptı. 

Gerek okullarında duyuru yapıldığında konu başlığını görünce, gerekse konferans salonunda pek çok arkadaşın hatırına düşmüşüm. Düşmüşüm ki bazıları gelip sözlü olarak bazıları da mesaj atarak “Hocam senin blogta paylaştığın bilgileri soru sorarak, burada gündeme taşıyalım. Bakalım Hoca ne diyecek?” dediler… 

Ben de gerek olmadığını söyledim. Bundan kastımın da; öncelikle saat 11:00 da çok geç başlayan bir sunumun soru-cevap bölümü pek verimli geçmez. Eleştiriler sunumu yapan hocanın şahsına yapılmış eleştiri olarak düşünülür. İlçemize misafir olarak gelmiş birisine saygısızlık atfedilmesine neden olur. Gerek ilçemizin, gerekse camiamızın lekelenmesine neden olmayalım, çekinceleri ile arkadaşlara susmayı tercih edelim, dedim. Çünkü atılan taş ürküttüğümüz kurbağaya değmeyecekti…

Sunumu başından sonuna kadar sabırla dinledim. Çok üzüldüm. Bir kere başlangıç slaytında Celalettin Rumi hocası Şems’e soruyor! 
-Hocam bilim nedir? 
Hocadan cevap! 
-Bilim kendini kaybetmektir. Sen kendini kaybetmezsen, hiçbir şey bilmemek daha evladır.

Yani ne diyeyim şimdi? Yeni Eğitim Öğretim Yılı’nın çok talihsiz bir başlangıç cümlesi olarak orada kaldı. En bilgin insanlar meczuplardır demek oluyor o zaman!… 

Bilim insana kendini niye kaybettirsin? Kendini kaybeden insan ne üretebilir? Sorsaydık buradan böyle sonuç çıkmıyor mu? Bilimle kendinden geçip meczup olma ilişkisi nasıl kurulabilir? Diye… Muhtemelen orada anlatılmak istenen mecazi anlamlar var. Yani bilim sonunda seni senden vaz geçirerek Allah’a ulaştırmalıdır. Allah’a ulaştırmıyorsa o yapılan bilim değildir, şeklinde bir tevil getirilecekti… Niye kasıyoruz? 

Daha vahimi Mesnevi’nin yazarının Mevlana şekliyle ün yaptığı, oysa bunun isim değil, bir unvan olduğu gerçeğini beyan ederken Bakara-286 yı delil gibi sunması idi. Orada “Mevla” kelimesi geçiyor. Anadolu’da ermiş ve ulu kişilere de buna benzer unvanlar verilir. Diye güya Kur’an dan delil getirmiş olarak sunuma başlaması idi!

Olayın vahameti tam da bu noktada düğümleniyor zaten. Çünkü Mevla Allah’ın Esma-ül Hüsna’sından bir isim olup efendi, sahip, malik anlamlarına gelir. Bakara-286 ise Rabbimize yakarışta bulunarak harika dua öğreten bir ayettir. Orada “… Ente Mevlana fen surna=Sen bizim Mevlamızsın, bize yardım et …” nidaları geçer. Allah’a yakarışımızda kullanmamız gerektiğini öğütleyen Kur’an yine kitabına uydurularak güya delil gösterilmiş oldu. Zaten sıkıntı, Allah’ın 99 Esmasının isim olarak değil de sıfat olarak şahıslara verilmesi değil miydi? Mesela bir çırpıda aklıma gelen Samet, Rahman, Zakir, Baki, Ekrem, Muhsin vs isimleri kimse çocuğuna Tanrının ismi diye takmamıştır. Hoşuna giden isim olarak seçmiştir. Ama ismi olan bir kişiye bunları ayrıyeten takarsak bu defa o kişiye kutsiyet atfederek ve Allah’tan rol çalarak, onu ululaştırıp Allah ile araya aracı koymuş oluyoruz. Dolayısıyla işte bu noktada ŞİRKe girmiş oluyoruz. Behemehal uzak durmamız gereken ve Rabimizin affetmeyeceği tek günah olarak söz ettiği ŞİRKle karşı karşıyayız. Tevhidin belini kıran ve zulme uğratan bir eylemle muhatabız demektir. Allah muhafaza. O nedenle kimin Mevlana’sıysa hayrını görsün benim için Mevlana değil, Celalettin-i Rumi’dir. 

Şimdi gelelim diğer mevzulara: Rica ediyorum, “Mesnevi ve müstehcen hikayeler” diye Google ye yazın ne göreceksiniz? Karşınıza çıkacak bi dünya pornografik anlatımlarla karşılaşacaksınız!... Keşke Doçent hocamız, o ki öneriyor, sansür uygulayacağımız risale numaralarını ve sayfalarını da fihrist mahiyetinde verseydi! Yani niye zor ediyoruz bunu anlayabilmiş değilim. Bir şeyin çok okunuyor olması, bir yerin çok ziyaret ediliyor olması, hele bir de yabancılar tarafından çok kıymet veriliyor olması onun çok makbul, hakikat ve doğru olması anlamına mı gelir?

Bir kere adam bizim kıymetimiz değil! Hiçbir eserini Türkçe yazmamış Farsça yazmıştır. Moğollarla iş birliği yaparak Anadolu Selçuklu devletinin yıkılmasına bizzat katkı sağlamıştır. Moğolların gücünü arkasına alarak Anadolu’daki hocalara, şeyhlere, kanaat önderlerine baskı kurmuş. Onları zorbalıkla kendisine biat ettirmiştir. Halkın kontrolünü eline aldıktan sonra Moğol işgaline karşı yerel direnişin önünü almıştır. Karşı çıkanlar ise öldürülmüştür. Hatta kendisine karşı çıkanlar arasında oğlu Alaattin Çelebi ve Nasrettin Hoca da vardır. Onların ölümünden de bizzat Celalettin-i Rumi sorumludur. Çünkü müritlerinin azmettiricisidir.

Şems’le olan ilişkileri zaman zaman, oğlancılık boyutlarına taşınmıştır. Şems ve Kimya Hatun ilişkileri yürekleri parçalar. 15 yaşında bir kız olan Kimya Hatun’u, Şems’e zorla nikahlar. Kızcağız kabul etmeyip kaçınca onu buldurup getirmesi ve zorla 85 yaşındaki adamın koynuna atması, Kimya hatunun defaatle kaçması sonucu onu da müritlerine öldürtmesi az uz eylemler mi? Bunlar da, kendi devrinin Fetösü olan Celalettin-i Rumi’nin haltları iken adam bize yaklaşık 800 yıl sonra dahi -ulu zat- olarak takdim edilebiliyor. Ve Üniversiteden MEB e bağlı eğitim kurumlarına varıncaya kadar beyinlerimize böyle işleniyor. Nasıl yıkılır bu önyargılar? Ya da 800 yıl sonra Fetullah Gülen’den hoş görünün mimarı, barış elçisi, dinler arası diyalogla kardeşliğin mimarı ve dünya barışına katkı sunan eğitim gönüllüsü, insan kardeşliği elçisi şeklinde bir sunum da yapılabilecek garip memleketimde… 

Dahası “Fihi ma Fih” diye bir eseri daha var ki, o pek meşhur değildir. Orada güya Hz. Peygamberimizi yücelteyim derken ne haltlar yiyor bir bilseniz? Bir de tarihi vesikalar olarak bu rezillikleri sunması ne denli proje olduğunu apaçık ortaya koymakta iken bize evliya diye çakılıyor! Hz. Peygamberimiz dönemine ait anlatımları ise şöyle: 

Peygamber efendimiz ve asker sahabi(arkadaş)leri, yaklaşık bir ay gibi uzun süren bir gazve(savaş)den Medine’ye dönerler. Şehre ulaşmaları gece vaktindedir. Şehre ulaşmış olmalarına rağmen Peygamberimiz ashabına şehre girmemelerini ve çadır kurup geceyi bulundukları yerde geçirmelerini istemiştir. Gün ağarınca evlerinize dönersiniz diye tembih etmiş ve kendisi dahil herkes çadırlarını kurmuştur. Fakat konaklamaya ikna olmadıkları gibi itiraz da etmişler. Bir aydır evden barktan, çoluk çocuktan uzağız. Onların yakınına kadar gelmişken sen bizim kavuşmamızı engelliyorsun. Bu yaptığına bir anlam veremiyoruz demek suretiyle ona çıkışmışlar! Bundan sonrası vahim!

Hz. Peygamberimiz de onlara demiş ki:
 -Şimdi evlerinize giderseniz, eşlerinizi oynaşları ile görürsünüz. Bu da haliyle zorunuza gider ve cinayet işlersiniz!...

Yani Peygamberimizin onların ev halini görüp izleyebildiğini, gelecekten haber verebildiğini anlatmak için bu tarihi(!) olayı anlatıyor güya… Baştan sona iğrenç bir uydurmayla tasavvuf öğretisinde şeyh mürit irtibatına, müridin her halini şeyhinin bildiği ve gözlediği safsatasına delil üretiyor. O dönemdeki sahabe kadınları fahişelikle itham ettiğini, onlara iftira attığını hiç umursamadan kendi saltanatını kuruyor. 

Hatta iddiasını pekiştirmek için içlerinden birisi dayanamadı, Hz. Peygamberi dinlemedi, şehrin dışında konaklamadı ve evine gitti. Hakikaten de eşini oynaşıyla yakaladı. Kaçınılmaz sonuçla eşinin ve oynaşının katili oldu, diye anlatır. 
  
Burada da şeyh bir şey söylüyorsa tartışmasız yapacak, itiraz etmeyecek ve itaat edeceksin mesajını müritlerinin beynine enjekte eder. İşte bu öğretiler de, tasavvuf adı altında bizlere din diye çakılır yüzyıllardır… Aslında doğrudur. Dindir. Lakin Allah’ın gönderdiği İslam değil, Atalar dini olan İslam’dır… 

Takipçi dostlarım, sevgili öğretmen arkadaşlarım bu alandaki mücadelemi bildikleri için konuya yeniden açıklık getirmemi istediler. Ben de tarihe not düşmek adına bunları kayıt altına aldım. Detaylı bilgiler için blogtan Sevgi ve GDS başlıklı yazıları okumanızı, İddialar İspatlanırsa Değer Kazanır sunumumdaki linklerden Prof. Dr. Mikail Bayram You tube videosunu da izlemenizi öneririm. Selametle kalın…


Hayati YAMAN 

Yorumlar

  1. ''Sürü güdücü olma! Yani yüksek mevkiye, yüksek makama, başkanlığa heves etme! Sürüde, halk arasında kal! Yüksek mevkide bulunmak baş belasından başka bir şey değildir.''
    Mevlana
    Hocam birilerinin bu kadar yüceltmesi tesadüf değil sanki...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Aynen öyle Salih cim. Nasıl bu fotoğraf görünmüyor ben de ona üzülüyorum. Aynı delikten kaç kez ısırılıyoruz! Hiç mi aklımızı başımıza almayacağız? Allah daha ne yapsın kör gözümüze parmak mı soksun? Mistik ve ezoterik anlayışla insanları uyuşturup istenilen operasyona açık hale getiriyor. Proje işte. Her devirde bunlardan geçilmiyor. Daha ne cacık söylemleri var. Seçilmiş kulların dine ihtiyacı yoktur. Din avam içindir. Adam hümanist dininin kurucusudur. Bu gün Latin Amerika'da Mevleviliği din olarak yaşayan ve Celalettin Rumi yi peygamber olarak gören topluluğun varlığından söz edilmektedir.
      Marks'ın afyon olarak gördüğü ve din derece haklı olarak tanımladığı din bunların dini işte... Daha ne diyeyim evladım bilemiyorum!

      Sil

Yorum Gönder

Lütfen yorumlarınızı bizimle paylaşınız. Yorumlarınız bizler için çok değerli. Onaylama işlemi zaman alabilir. Hakaret içeren yorumlar onaylanmayacaktır.

Popüler Yayınlar