VAR OLMANIN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI
Ağzımı yeni aldığım rugan ayakkabının mumlu bağcıklarına
yaklaştırıp, ressamın sürrealist bir tabloya ruh üflemesi gibi üfledim. Şimdiye
dek yerin sertliğini, yağmurunu, çamurunu hücrelerinde hisseden çürümüş parmaklarım,
tekrardan dirilmişti sanki. Peki, bu şölenin akabinde varlığın mı yoksa yokluğun
mu hesabını vermek için mahşer yerine varacaktım.
Bu arada kundurayı kendime mülk edinebilmek
için “Memurluk” adında meşakkatli bir sanatı icra ettiğimi sizlere söylemiş
miydim? Sanat diyorum, zîra yaptığım şeye iş denilemezdi. Çünkü ekonomide ifa edilen her işe bir bedel
ödenirdi. Benim sahnelediğim şey, olsa
olsa bir hayata tutunabilme sanatıydı. Tıpkı rahim cidarına asılmaya çalışan
bir sperm gibi. Ben, istisnasız her perdede hem bedel ödeyen hem de kendisine
bedel ödetilen taraftım.
Bir
yandan; “ Kişioğlu, bu gezegenin ev sahibi
olamadıktan sonra birçok mülke adını yazıp imzasını atsa neye yarar?”
cümlesiyle teselli bulurken, öte yandan da duygularım, düşüncelerimin eliyle bükülüyor
ve ben buna ruhumun arenasında tanık oluyordum. Ömrüm bir kelebeğin ömrü kadar olsaydı,
elbette kaygılanmazdım. Zihnime bir
yazarın; “Yaşamak, bilerek ve isteyerek intihar etmektir.” sözü bir vida gibi
döne döne yerleşmişti ve ben zor olanı yani intiharı seçmiştim. İntiharım belki
de yüz yıl sürecekti. Bu esnada enflasyon ve devalüasyon cephelerinden
soluklanmadan atılan güdümlü mermiler, zenginden teğet geçerken yoksulu, emekliyi
ve memuru ise delip geçiyordu. Onların tahrip gücü yüksek silahlarından ancak asası
ejderhaya dönüşen Musa gibi mucize eseri sağ çıkabilirdim.
Aç midelerin ve örselenmiş kalplerin üst üste
yığıldığı savaş meydanından güç bela çıktım. Lâkin evsizlerin sığınabileceği
tek adres olan zaman, beni hayatın en ucuz nesnesine dönüştürdü. ATM’den elime
geçen maaş ile borçlarımı ödeyebilmek için elimden salıverdiklerim arasındaki
fark âdeta uçurumun tanımıydı. Yani hep eksideydim. Düşünebiliyor musunuz, böyle
vahim bir tabloya iskarpin almak gibi bir çılgınlığı sığdırmıştım. Hatta bir
muska misali göğsüme iliştirdiğim rugan ayakkabı ülküsünün sunaklarında,
Zigguratlarda kuş yakan veya kan döken paganlardan daha çok kurban vermiştim. Tek
tesellim, bu sanatın bana her an, bir nostaljiyi hatırlatıyor olmasıydı. Zîra türümün
üyeleri henüz avcı ve toplayıcıyken keskin dişli, güçlü pençeli hayvanlardan ve
sert iklim koşullarından korunmak için mağara vb. yerlere sığınmayı tercih edip
bu rolü tabiat ananın kucağında ilk kez o günlerde sahnelemişlerdi.
Hareket
eden hata yaparak, âşık olan acı çekerek, gülü deren eline diken batarak bedel
öderdi. Mağduriyete sessiz kalan tarihin hafızasına korkak diye yazılarak, dürüst
olan yalnız bırakılarak, yaşayan da yok
olarak bedel ödeyecekti. Böyle bir dünyada elbette bir çift kunduranın da bir
karşılığı olmalıydı. Peki, var olmanın mı yoksa yok olmanın mı ederi daha fazlaydı?
Siz seçmen olsanız ve bu soru önünüze bir seçenek olarak sunulsa oyunuzu hangi
sandığa atardınız?..
Bu
küçük gövdeye ne çok ölüm sığdırmıştım ne çok tabut… Oysa ben ne aldığı nefesi
başkasının nefesinden çalan bir tetikçi, ne ölmek üzere olan Hristiyanlar ’ın
vücutlarını son kez susam yağıyla yağlayan bir papaz, ne de teneşirdeki
cesetleri öte âleme en yalın halleriyle göndermek için ayaklarındaki bir çift
çorabı dahi soymaya çalışan bir gassaldim.
Dünyaya gözlerimi açtığımda başımı göğsüne
yaslayabileceğim ne annem ne de sırtımı dayayabileceğim bir dağım vardı. Âdeta
ölüm, memelerinden süt emzirerek büyütmüştü beni. Gramerini en iyi bildiğim
lisan ya da A’dan Z’ye kelime türetebildiğim tek alfabeydi ölüm. Fiil
çekimlerinden yalnızca ölümün çekimini kusursuz yapabildim. Bu nedenledir ki, yok olmak yahut çürümek fikri
korkutmadı beni.
Ben var olmaktan korktum hep. Yaşamak,
morfin sülfat kullanmaksa ölmek aspirin içmekti benim nazarımda. Var olmak
derken etten bir duvar olup yer işgal etmeyi kastetmiyorum.
Kim bilir belki var olmak; hem faunaya hem de
floraya zarar vermeden kozmik koroya dâhil olabilmektir.
Belki de hayatın insanı kimi zaman duvarlara,
kimi zaman camlara çarpa çarpa dövdüğünün, ender de olsa ödüllendirdiğinin ayırdına
varabilmektir.
Milyarlarca insanın arasında yaşayıp yalnızlığı
kendine mabet eylemek değil, bilakis arkadaşının, dostunun, hatta daha önce yüzünü
bile görmediğin bir insanın ayağına batan dikeni etinde ve canında
duyabilmektir belki de…
Ve
hatta toprağa gömülmedikleri halde kalben, vicdanen ve zihnen çürümüş kişilere inat,
tanrının kendisine inandığı bir kişilik olabilmektir var olmak.
…
Velhasıl
var olmak; kişioğlunun elim bir hastalığa,
bir trafik kazasına yahut kusursuz bir cinayete kurban gideceğini ve
katilin de asla bulunamayacağını bilmesine rağmen hayata bir sarmaşık misali
sarılmasının adıdır…
Fırat KÖKLEN
(Ayarsız Dergisinde Yayınlanmıştır)
Yorumlar
Yorum Gönder
Lütfen yorumlarınızı bizimle paylaşınız. Yorumlarınız bizler için çok değerli. Onaylama işlemi zaman alabilir. Hakaret içeren yorumlar onaylanmayacaktır.