TUĞRUL’UN İFTAR SOFRASI
Yıl 2000. Kendimi bildim bileli hayalini kurduğum, çok saygı duyduğum, varlıkları benim için onur kaynağı olan iki değerli öğretmenim sayesinde seçtiğim meslek olan Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak atanmışım. Koskoca “Dünya” sanki tapusuyla avucumun içerisindeymişçesine mutluyum.
Atandığım
yer, Talas ilçesine bağlı Çömlekçi köyü… Talas’a 47 km uzaklıkta. Erciyes
Dağı’na müsavi neredeyse… Öylesine yüksek, kuş uçmaz, kervan geçmez tabir
edilen bir köymüş… Öyle dediler. Ne kadar da şanssızmışsın, diyenden geçilmiyor
ortalık…
Olsun,
diyorum. Yıllar yılı rüyalarımda peşinden koştuğum öğrencilerime kavuşacağım
ya, ne gam… Ötesi vız gelir, tırıs gider.
Nitekim
dediğim gibi de oluyor. Ne köy ortaokulunda Türkçe öğretmeni olarak atanmış
olmak koyuyor bana ne de köyün bazı insanlarca etiketlendirilmesinde kullanılan
ger kalmışlığı…
Kısa
sürede uyum sağlıyor, kaynaşıyoruz birbirimize… Sevgi yumağıyla sarmaş dolaş
olduğum öğrencilerime yararlı olabilmek için gece gündüz koşturuyor, canla
başla gayret gösteriyorum.
Her
gün koltuklarının altında getirmekle yükümlü oldukları tezekleri alıp sınıftaki
sobayı tutuşturmak için müstahdemi dahi beklemiyorum.
Köy
işi yapmaktan, soğuk bir iklimde tarla, ahır işleriyle meşgul olmaktan yer yer
çatlamış ellerinden, nasır tutan parmaklarından aldığım kalemle sözcüklerin
daha düzgün yazılması için yanına oturduğum öğrencilerin üzerlerine sinen ahır
kokusuna, uzun zaman inek besleyen bir ailenin ferdi olduğumdan da alışkınım
zaten.
Sınıfta,
bilgiye susamış meraklı gözlerle bana bakan, soğuk yanığı yüzlerinin üzerinde
allıklar bulunan afacanlarla öylesine mesuduz ki, tarife sığmaz…
İlk
yıl köyde tuttuğumuz evde iki öğretmen arkadaşla kalırken daha bir samimi olduk
çocuklar ve aileleriyle… Şehirde yavaş yavaş yok olmaya yüz tutan komşuluk
ilişkilerinin bütün canlılığıyla yaşatıldığını, yapılan işlerde imece usulünün
hâlâ devam ettiğini, hiçbir beklenti içinde olmaksızın çat kapı getirilen bir
bakraç süt, sıcacık köy ekmeği veya mis gibi peynirleri ihtiyacımız yok,
teşekkür ederim, sözüyle almak istemesem de kapıya bırakıp giden köylüler ya da
öğrencileri gördükçe insanlığın burada dipdiri olduğunu daha bir duyumsuyor,
iyi ki burada çalışıyorum diyorum göğüs dolusu bir gururla…
Ertesi
yıl, ayarlanan bir minibüsle köye günlük gidiş dönüş yapmaya başlıyoruz. Köye
girişte hiç usanmadan aynı heyecanla servisimizi karşılayan ve kıyafetleri,
saçları, bakışlarıyla “Ben buyum arkadaş. Yoksul bir köylü olabilirim; fakat
tepeden tırnağa insanım işte…” şeklinde haykıran can parçalarımın her biri el kadar
yüreğime rahat rahat sığıyor kendi evi gibi rahatlıkla…
Onlardan
birisiydi Erkan… Babası yıllar öncesinde koyup gitmiş anasını ve de üç kardeş
olarak kendilerini. Yıllar yılı ne aramış ne de sormuş doğru dürüst. Anası
Zeliha Abla da, bir başkasını seven, üstelik ondan da evlat sahibi olan
hayırsız herifinin gıyabında açmış boşanma davasını. Ne nafaka ne tazminat…
Hiçbir şeyini istemiyorum artık, deyip kol kanat germiş üç yavrusuna.
Başında
bir eri olmadığından, evde traktör, motor gibi şeyler de bulunmadığından
çocuklarının üç kuruşluk rızkı için yeri gelmiş öğretmen lojmanını temizlemiş, ahırındaki
tek ineğinin sütünün fazlasını satmış; sırasında başka bir komşusunun tarlasını
çapalamaya, ürününü toplamaya, o da olmazsa tezeklerini yapmaya yardım etmiş de
üç çocuğunun kursağından her akşam sıcak bir çorbayı eksik etmemiş ana
yüreğiyle…
İlkokuldan
5’inci sınıfı bitirip mezun olunduğu o dönemde Erkan 6. sınıf öğrencisi idi.
Çok zekî olduğu her halinden belli olmasına rağmen babasının olmayışı, onun
cılız omuzlarına vaktinden çok önce çökmüş olan bir yüktü. Buna rağmen,
anasının bir dediğini iki etmiyor, evlerinin geçimi için konu komşuya ırgat
gibi yardım ediyordu. Bu yardımların, gece gündüz koşuşturmaların karşılığı
olarak kiminde yarım çuval buğdayı el arabasında ince bilekleriyle eve taşırken
görüyordunuz onu, kimi bir kap içinde on beş yirmi yumurtayı sevinerek
götürürken… Ara sıra Erkan, derslerini ihmal etme desem de biliyordum, zamanı
pek olmuyor, akşama yığılıp kaldığı için çoğu kez ödevini yapamıyordu.
Ramazan
gelmişti köyüme, hoş gelmişti… Herkeste tatlı bir telaş, kış mevsiminin karı,
soğuğu ve ayazını iliklerime kadar hissetsem de öğrencilerin tatlı telaşları
fırın gibi vuruyordu hissetmediğim parmaklarıma kimi. Ne tipiye aldırıyordum ne
yorgunluğa…
Bir gün yapılacak tüm işlerimi bitirmiş, okul
kapısından servise doğru seğirtirken minibüsün önünde yolumu kesti iri mavi
bakışlar. İçine cam serpilmiş gibi pırıl pırıl yanıyordu iri mavi gözleri… Erkan’ın
bir küçüğü, dokuz yaşındaki Tuğrul’du bu üçüncü sınıfa giden… “Öğretmenim. Hani
oruçluh geldi ya. Bize pek misafir gelmez. Yarın ağşam (öpülesi minik
parmaklarıyla göstererek) şöööyle hepiniz bize yemağa gelin. Olur mu?” O an, el
kadar çocuğun yüreğinden kopan, yalçın kayalıklardan aşağı gürül gürül inen bir
şelale gibi dupduru, tertemiz, cennet kokulu bu teklifi karşısında ilk etapta
ne diyeceğimi bilemedim, adeta yalvaran gözlerle bakarken içim eriyerek “Olur
tabi Tuğrul, geliriz inşallah.” deyiverdim.
Minibüse
bindiğimde kafam allak bullaktı. Ruhumda ardı ardına çeşitli duygu ve
düşünceler uçuşuyordu. Daha dokuz yaşında… İftara buyur etti… Ama onlar köyün
en yoksulu… Zahmete sokmamak gerek. Olsun Allah ne verdiyse… Biz de elimiz boş
gitmeyiz ya… Daha dokuz… İnsanlık, insan… Dupduru, şelale misali… Sait Faik:
“Bir insanı sevmekle başlar her şey…”
Minibüste
dalıp gitmiş olacağım ki koltukta, Matematik Öğretmeni arkadaşım Tekin
uyarısıyla kendime geldim. Tekine anlattım Tuğrul’un teklifini. Onun da bulutlandı
gözleri. Neden olmasın, dedi. Çok da iyi olur. Sevindiririz garipleri. Ama,
annesi Zeliha Ablaya da haber vermek gerek. Tuğrul bir çocuk sonuçta, düşüncesi
hâkim oluyor.
Ertesi
gün… Dersler vızır vızır geçip gidiyor. Aklımda bir düşünce donmuş vaziyette.
Çağırıyorum Erkan’ı. Tuğrul’un teklifini söylüyorum. Diyorum, bu kerata bu
akşam sözde bizi iftara çağırdı. Bir hoş oluyor Erkan’ın bakışları… Sevinç mi,
telaş mı, heyecan mı; belki hepsi, belki de hiçbiri… Erkan, bu akşam derim
örtmenim, yarın buyurun siz kesin. İyi diyorum, yarın akşam sizdeyiz.
İftarı
haber verdiğimiz okul müdürü ve birkaç arkadaş da yalnız bırakmayacaklarını
söylüyor bizleri. Tekinle bir güzel alışveriş yapıyoruz. Evlerde
yaptırdıklarımız da cabası… Güzel olacak inşallah. Zeliha Abla ne sevinir kim
bilir…
Ertesi
gün öğleden sonra okulun dağılmasıyla yeniden dönüyoruz Talas’a. Daha akşama
birkaç saat var. Yemekler alınacak evden. Hurmayı unutmamalı. Hah, sıcacık
Ramazan pidesi şöyle, üzeri bol susamlı olanından. Tatlıyı iyi ki hatırlattın,
iyi cins baklava olmalı.
Her
şey hazır sayılır. Okul müdürü ve iki öğretmen diğer araçla gelecekler. Biz,
acele ediyoruz Tekin’le. Önden çıkıyoruz. Yollar kar, buz. Kar lastiği ve
zincire rağmen çıkış bayağı zor oluyor. Oh, nihayet göründü Çömlekçi Köyü
tabelası. Hele şükür!..
Kahve
ve cami önünde bekleşenlere selam verip çalıyoruz kapısını garip Zeliha
Abla’nın… Tuğrul beliriyor kapıda. Sarılıyor bacaklarımıza… Kucağımızdaki pide
ve tatlıyı kapıyor hızlıca, giriyor aceleyle içeri. Annesine sesleniyor, bak
anne, kim geldi?!..
İçeriden
merak ve telaşın oturduğu gözlerle görünen Zeliha Abla, “Buyrun!..” diyor; ama biraz farklı bir ton,
sesinde… Alelacele evi toplarken Keşke haber edeydiniz hocam, daha iyi olurdu,
sözleri yıldırım hızıyla giriyor Tekinle benim kulaklarıma. O an göz göze
geliyoruz Tekin’le.
Ne
diyeceğimizi bilemez bir vaziyette ayakta kalakalmışken buyur edilen somyaya
hemen çöküyoruz mahcup bir vaziyette. Tuğrul bölüyor sessizliği: “Ana bak,
misafirleri ben çağırdım. Örtmenlerim geldi işte. Oruçluhda misafirimiz gelmiyor
deme gayrı.”
Anası,
“İyi de yavrum. Niye haber vermedin bana? Keşke bileydim…” derken yaşadığı
mahcubiyet başındaki yemeninin etrafında boncuk boncuk kızarıyor. Olsun, diyor.
Tanrı misafiriniz siz. Gusura galmayın emme. Ne varısa beraber yeriz bacı
gardaş. Tuğrul’daki sevinç mahcubiyeti yanına bile yanaştırmıyor. Ona bakıyor,
dalıp gidiyoruz bir boy…
Neden
sonra gözlerim arıyor Erkan’ı. O nerede, diyorum; biliyordu geleceğimizi… Hadi
Tuğrul küçük. Ya Erkan?... Anasının bağırtısına ses veriyor Erkan: “Geliyorum
ana!..” Çıkageliyor Erkan alı al, moru
mor… Başı önde, Hoş gelmişsiniz örtmenim diyor, eller öpülüyor. Sarılırken ona,
bir tedirginlik geçiyor kucağıma ince kollarından.
Niye
haber vermedin anana Erkan, diye çıkışyorum biraz… Hiiiç diyor, unuttum.
Tekinle ben, yutmuyoruz bu sözü. Örtmenim, ben malların suyuna bahıp geliyom,
diye hışımla çıkıyor içeriden. Keşke diyorum, annesiyle konuşaydık. Kaygı
oturuyor yüreklerimize, iyice büzüşürken somyanın üstündeyken..
Bir
anda ben de çıkıyorum evden ahıra doğru. Bir köşede çömelmiş Erkan’ı ağlarken
buluyor kulaklarım. Erkan, ne oldu, ne var? Sevinmedin mi geldiğimize. Ne olmuş
anan bilmiyorsa. Biz her şeyi düşündük. Hem, hem okul müdürüyle diğer
öğretmenlerin de birazdan çıkagelirler. Hepsi de birçok şey getirecek.
Ellerimi
tutuyor yaşından çok olgun elleri. Gözleri gözlerimde… Öğretmenim, diyor. Gızma
nolur, Utandım öğretmenim. Diyemedim anama. Biliyon. Fakirik biz. Aha ev bu
gadar. Eşyamızdan, yemağımızdan utandım. Diyemedim…
Hıçkırıklar
kesiyor sözlerini… Sarmaş dolaş oluyoruz ahırın çıkış kapısında. Gözyaşlarımız
yarış halinde… Doya doya bir güzel ağlaştıktan sonra siliyorum gözlerini:
“Erkan,
yoksulluk ayıp değil. Ne eşya, ne yemek, ne para… Sizde öylesine güzel yürekler
var ki hazinelere değişmem. Sen, babanın yokluğunu hiç aratmadın anana. Ananla
sen, gardaşın Tuğrula, bacın Irmak’a sahip çıktın hayırsız babana inat. Kimseye
el avuç açtırmadın. Hele Tuğrul, hepimize büyük bir insanlık dersi verdi o
küçük yaşına rağmen. Anan desen dünya iyisi… Bundan büyük zenginlik mi olur?..”
Neden
sonra duruluyor Erkan… Kol kola giriyoruz evceğize. Tekinde bir telaş: “Okul
müdürü ve öğretmenler aradılar şimdi. Yolda kalmışlar, çıkamadıkları için geri
dönmüşler. Çok özür diliyorlar, yollar malum…” Aldırmıyorum artık. Olsun
diyorum Tekin’e. Sıkıntı değil.
Kucağımda
Irmak, beş yaşında… Bıcırık sorular soruyor. Tekinle Tuğrul koyu bir sohbete
dalmış. “Mühendis olacam örtmenim, inşallah!..”
Zeliha
Abla ufaktan kuruyor siniyi. Artık o da mahcup değil. Atmış tedirginliğini
üzerinden… Anlıyor, rahatlıyorum. Mercimek çorbası, bulgur pilavı, salata, ayran
sofrada gururla alıyorlar yerlerini.
Çöküyoruz.
O da ne? Önümüzde küçük çay tabaklarında tuz. Biz böyle açarız Hocam orucu, diyor
Erkan. Ezanla beraber bir çimdik tuzu atıyor herkes ağzına tabaktan alıp. Irmak
tuzlu parmağını tekrar tekrar yalıyor, dolaşık saçlarını sallayarak.
Tuğrul
Ohhh, diyor. “Mis gibi Ramazan pidesi. Yaşa örtmenim!..” Yufkanın içine Ramazan
pidesini dürüp afiyetle yemeye başlıyor. Şaşkınlığın yerini kahkahalar alıyor
bizde. Afiyet olsun, diyorum ağız dolusu…
Zeliha
Abla, aceleyle pişirdim, diyor bulgur pilavını. Ömrümde yemedim böylesini,
diyor Tekin, ne koydun içine?.. Kaymakla yaptım diyor Zeliha Abla… En lezzetli pilav oluyor benim için de bu…
Yemeğin ardından kucağımızda getirdiğimiz baklavalar ne de yavan geliyor öyle
bize…
Akşam
vedalaşırken Tekinle, bir daha sarılıyorum Tuğrul’a. Afferin lan, kerata! Sen
olmasaydın böylesine bir ziyafeti nasıl çekecektik biz?..
Hane
halkıyla bir bir vedalaşırken, Ramazan tarihçeme derin bir çentik olarak
attığım bu iftarın tadını kolay kolay bulamayacağımı zaten biliyorum…
Bizlere
zengin gönül sofralarını açan o canım insanlara buradan binlerce kez selam
olsun yeniden… Hazine yürekli can parçalarıma, yirmi iki yıl ötesinden…
Adem KURUN
Çok teşekkürler Enes kardeşim. Benim için özel bir yazı olduğundan burada da olmasını arzu ettim.
YanıtlaSilEstağfurullah hocam, ben teşekkür ederim. Dile getirdiğiniz gibi çok özel bir yazı... Kaleminize, yüreğinize sağlık. Şu Ramazan gününde derinden hissettik o güzelim duyguları. Var olun...
SilTuğrul'u ne çok sevdik biz Adem hocam! Tadı damaklarda kalan iftarlık oldu artık. İyi ki paylaştınız hocam...
YanıtlaSil'Acaba neredeler şimdi ne yapıyorlar başardılar mı bunlar insanın birazcık kafasını tırmalıyor'
YanıtlaSilŞuan diyorumki iyiki okumuşum bu yaşanmışlığı iyiki...
Ülke şartları o şekilde düşünmenizi o kadar makul gösteriyor ve böylesi hikayeler okadar çok ki! Nice Tuğrullar,Erkanlar, Zeliha ablalar öğütülüyor hayat denen şu değirmen taşında...
Sil