BUGÜN 28 ŞUBAT
Devrinin muktedirleri tarafından; "bin yıl sürecek." dayatmaları ile askerî vesayetin demokrasiye balans ayarı yaptıkları(!) gün...
Kudretli generallerin önünde düğme ilikleyip 'emredin efendim' diye selam duran, onların istekleri doğrultusunda hükümet kurma garantisi veren korkak ve ödlek siyasîlerin de olduğu bir dönemin 28 Şubat'ı. Bundan tam 24 yıl önce 1997 yılının 28 Şubat'ı!..
1995 yılı genel seçimlerinden, bugünün Ak Parti'sini de içinden çıkaran, dönemin Siyasal İslamcı partisi olan Refah Partisi %21 oy oranı ile birinci parti olarak çıkmıştı. Bu durum Türk siyasî hayatında bir ilk idi.
O döneme kadar siyasi etik gereği, Cumhurbaşkanı tarafından birinci Parti'nin genel başkanına hükümet kurma yetkisi verilirdi.
Kendisini demokrasinin bayrağı olarak lanse eden ve darbelerden en çok canı yanmış bir lider olan hatta 'altı kere gittim, yedi kere geldim' özlü sözünü zikreden Süleyman Demirel, kabineyi kurmak üzere başbakanlık görevini bir türlü RP genel başkanı Necmettin Erbakan'a vermiyordu. Gerekçe olarak laikliğe aykırı, bu durumu batıya anlatamayız modunda homurdanmalar savuruyor ve askerler rahatsız, mesajını da bizzat kendisi yayıyordu.
Gazeteler sandıktan "Anayol" çıktı manşetlerini atıyor. Allame görülen fakat kalemini satılığa çıkarmış deve dişi gibi yazar çizer takımı TV'lerde siyaset dışı yöntemlerle hükümet kurma çabasına girişiyordu.
Sonuçta oy oranları itibariyla ikinci ve üçüncü gelmiş partiler olan ANAP(%20) ve DYP(%19) arasında koalisyon kurulması isteniyordu. Ama gel gelelim merkez sağ diye nitelenen bu iki partinin lideri Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller birbiriyle hiç anlaşamıyordu.
Hatta DYP'nin duayen lideri ve dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel bile kendi partisinin (DYP) başına bizzat destek vererek getirttiği Tansu Çiller'den daha çok ANAP'ın lideri Mesut Yılmaz ile daha iyi anlaşıyordu. Daha sonra bu uzlaşmaz tutum, X ve Y kuşağı üzerinde etkili olacak olan, 'koalisyonlar ülkeye zarar veriyor ve zaman kaybettiriyor' tezini zihinlere zerk edecekti.
Velhasıl demokrasi söylemlerini ağzından düşürmeyen güruh, kendi istedikleri sonuç sandıktan çıkmayınca ne kadar antidemokratik usul ve yöntem varsa ona sarılıyordu. Zaman zaman orduyu göreve çağırmak gibi bir misyonu bile üstleniyordu.
Oysa anasının ak sütü gibi helal olan bir görevi RP genel başkanına vermemek antidemokratik bir teamül iken, o yok sayılıp görmezden geliniyordu. Bu mağduriyetin siyasî kaymağını ise bu defa anasının ak sütü gibi yıllarca Tayyip Erdoğan ve Ak Parti yiyecekti...
Sonuçta Mesut Yılmaz başbakanlığında zorlama bir hükümet kurma çalışması yapıldı, ömrü sadece dört ay süren "AnaYol" koalisyon hükümeti kuruldu.
Kısa süre sonra bu defa mecburiyet karşılığı Necmettin Erbakan'a hükümet kurma görevi verildi. "RefahYol" hükümeti, TC'nin 54. hükümeti olarak Haziran 1996'da kuruldu. Tam bir yıl Necmettin Erbakan'ın başbakanlığı ve Tansu Çiller'in başbakan yardımcılığı pozisyonu ile devam etti. Ardından koalisyon şartları gereği ikinci yılda Tansu Çiller'in başbakanlığı ile devam etmesi gerekirken, mağlum çevreler yine devreye girerek Süleyman Demirel'e görevi Tansu Çiller'e verdirmemeyi başardılar.
Velhasıl, korkak ve ödlek siyasîler, derken saydığım isimler o paylamalarımdan üzerlerine düşenleri almalılar. Partilerine ait nice vekillere de burada yer verecek olursam, mevzu çok uzayıp gidecektir. Şu kadarını daha söyleyeyim ki; siyaset öncesinde TOBB başkanlığı da yapan DYP milletvekili Yalım Erez dahi, sermayenin tam desteği ile parti başkanları haricinde hükümet kurma denemesine tabi tutulmuştu.
Sonradan daha etkin bir rol almak üzere DYP'den ayrılarak Hüsamettin Cindoruk başkanlığında kurulacak bir parti olan şemsiye amblemli "DTP (Demokrat Türkiye Partisi)" ANAP'tan da vekil transferleri ile etkin güçlerin piyonu olarak Türk Siyasî arenasında geçici rolünü üstlenecekti...
Nihayetinde Mesut Yılmaz başbakanlığında "AnaSol-D" hükümeti kuruldu. İşte bu koalisyonun ismindeki Ana, ANAP'a; Sol, Ecevit'in DSP'sine; D de, az önce zikrettiğim DTP'ye ait bir siyasi söylem idi...
Erbakan'ın bir yıllık iktidarında ekonomik açıdan çok olumlu gelişmeler yaşanıyordu. Ülkeyi yüksek faizle soyan sermaye ve medya patronlarının enekleri kesilmiş, kurulan"Havuz Sistemi" ile devletin zarar eden kuruluşları, kâr eden kuruluşlarından finanse ediliyor ve borçlanmaların önüne geçiliyordu. Kısa sürede ekonomi düzlüğe çıktı. Fakat memurlara yüzde elli zam, genelkurmay başkanına, generallere ve üst düzey bürokratlara ise yüzde yüzün üzerinde zam verildi. Hatta Başbakan Erbakan'ın zamanın genelkurmay başkanı İsmail Hakkı Karadayı'ya "Sizin maaşınız garsondan bile daha az sayın Paşam!" dediği yazılıp çizilmişti. Fakat ona rağmen Erbakan, askerî cuntanın kendi üzerine gelmesinin önünü alamamıştı. Bu adaletsizlik, çalışan kesimde ve tabanda rahatsızlık yarattı. Sendikalar bile çalışan üyelerinin durumu, hiç beklenmedik şekilde artmasına rağmen beşli çete diye tabir edilen bir platform kurup seçilmiş hükümete karşı darbecilerin yanında saf tutmuşlar idi!
Hilafet ve biat kültüründen beslenen Siyasal İslamcı kanatca, bütün İslamcı kesimin oyunu alabilmek için kendilerine biat edilmesi ve parti liderlerinin inançlı kesimin gözünde bir nevi halife olarak görülmesi için Erbakan'a tarikat liderlerini toplayıp onların başbakanlık konutunda bir iftar yemeğinde ağırlanması tertip edildi. Son model Mercedes arabalarla, resmi makam sahibi gibi başbakanlık konutuna giren şeyh şuyh tayfasının bu portföyü, seküler ve laik kesimde çok büyük rahatsızlık oluşturdu. Medya tam da aradığı pası almış, topu göğsünde yumuşatmış ve vole ile doksana takma hazırlığında idi!
Her şey o kadar karmaşık ilerliyordu ki, hatta o kesimin itirazları, bu defa dindar kesim üzerinde laikliğin din düşmanlığı gibi algılanmasına tuz biber ekti...
"Türkiye İran olacak. Türkiye Cezayir olma yolunda hızla ilerliyor. İrtica geliyor!" yaygaraları gırıla gidiyor 'istemezük, derhal istifa et, görevi bırak' emri vaki sürmanşetleri ile medya güç odaklarını pompalıyordu. Ve algı operasyonları ile halkta korku, panik hakim kılınmak isteniyordu. İktidar olduktan sonra "Rektörler artık baş örtülülere selam duracak!" söylemi ile Necmettin Erbakan da tabanına gaz veriyordu.
İHL'ler üniversite sınavlarında katsayı zulmü ile cezalandırılıyor, hatta öğrenci yokluğundan dolayı başka okullara dönüştürülmeye ve kapanmaya zorlanıyordu. Halkın kendi parasal kaynakları ile yapılmış ve Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı okullar olmasına rağmen, onlara yapılan bu cüzzamlı muamelesi haklı olarak insanların tepkisini çekiyordu...
Senaryosunu her devrin kazananı asker, sivil, yargı, üst düzey bürokrat, sermaye ve medya patronu vs. güç odaklarının yazdığı; kurgusunu travesti Seyhan Soylu'nun yaptığı; pavyon kadını Fadime Şahin, tarikat şeyhi Ali Kalkancı ve Müslüm Gündüz aktörlü bir tiyatro sergilendi. Ve o tiyatro üzerinden toplumun bir kesimi "Siyah Türk" olarak fişlendi...
"Türkiye laiktir, laik kalacak." sloganları ve "10. Yıl Marşları" ile sanki işgal altındaki ülkeyi kurtarmış edasıyla ortalıkta volta atan muktedirler, halkın arasında laik-antilaik ayrışması yaşatıyordu. Bir el, Puzzle'ın parçalarını istediği gibi birleştiriyordu!
"Genç subaylar durumdan çok rahatsız!" diye adı sanı belli olmayan mesajlarla gizli güçler vehim oluşturuyor ve başörtüsü üzerinden maalesef yine kadını mağdur eden aşağılık bir operasyonla demokrasiye balans ayarı yaptıklarından söz ediyorlardı...
Üniversite kampüs nizamiyelerine kurulan ikna odalarında başörtülü kızlar, başlarını açmaya zorlanıyor ve açmayanların üniversite ile ilişiği kesiliyordu. Ardından o dönemin adı konulmamış âkilleri olan Kemal Alemdaroğlu, Kemal Gürüz, Nur Serter, Zekeriya Beyaz, Sabih Kanadoğlu, Vural Savaş vs makamlarından güç alan ama bugün adları hatırlanmayan, esamesi okunmayan tipler "kamusal alan" tabiri ile bırakın çalışan memurları, halkın dahi kamu kurum ve kuruluşlarına başörtülü girmelerini yasaklatmışlardı. Askerî lojmanlar dahi kamusal alan ilan edilmişti. Asker eşleri evlerinde denetleniyordu. Ve ibret olsun diye yazmak istiyorum ki, yayınlanan genelgelerde "Başörtülüler ve evcil hayvanlar giremez!" yazacak kadar aşağılık duruma düşmüşlerdi...
Elbette o dönemde darbelerin her türlüsüne karşı olan, her şartta demokrasinin yanında yer edinen, hiç bir baskı ve zorbalığa boyun eğmeyen, bütün tehditlere karşı yürekli ve mert duruşunu hiç bozmayan, meclis dışı her türlü ayak oyunlarını bozan ve bütün hesapları alt üst eden Muhsin Yazıcıoğlu ve sadece yedi milletvekili ile mecliste temsil gücü bulan BBP'yi de anmadan geçmek vefasızlık olur. Gerek antidemokratik uygulamalarla hükümet kurma çalışmalarını bozması, gerek askerlerden gelen tehditleri bertaraf etmesi ve gerekse ülke üzerinde oynanan oyunu deşifre etmesi mecliste sayıların değil, siyasal ağırlığın ne denli önemli olduğunu gösteriyordu.
Tarih Muhsin Yazıcıoğlu'nu ilkeli, onurlu, ahlaklı, dürüst ve demokrat bir lider olarak ve partisinin o dönemdeki tavrını da satın alınamaz ve döneklik yapmaz bir siyasî parti olarak kaydetmiştir.
Muhsin Yazıcıoğlu "Demokrasiyi rafa kaldırtmayacağız, milletin iradesini cunta heveslilerine ezdirmeyeceğiz, kim ne hesap yapıyorsa yapsın biz de, Türkiye'yi Suriye yaptırmayacağız. Namlusunu millete çeviren tanka selam durmam!" diyerek askerî darbenin önünü almıştı.
CIA Türkiye raporlarında o dönem için Türkiye'nin geleceğine damga vuracak iki liderden söz ediliyordu. Bunlardan birisi Tayyip Erdoğan ve diğeri Muhsin Yazıcıoğlu idi...
CIA kayıtlarında "Ne yapılırsa yapılsın, asla kontrol edilemez bir milliyetçi!" ibaresinin geçtiği Muhsin Yazıcıoğlu'nun akıbeti, ne hikmetse sırrı bir türlü çözülemeyen ve kaza süsü verilen suikastle hayatına kast edilerek meçhule terk edildi.
Tayyip Erdoğan ise İBB başkanı iken Siirt'te okuduğu bir şiir yüzünden hapse mahkum edilerek görevinden alındı ve mağdur edildi. Ardından 'muhtar bile olamaz' dayatmaları güya hukukî karar gibi gösterilip, güçlüler hukuku ile halkın kin ve öfkesi kaşınarak vesayete karşı halkın nefreti tırmandırıldı. Ve bütün dayatmalara karşı hep mağdurun yanında olan milletin gönlünde efsane bir lider yaratıldı.
Şimdi o efsanenin hataları bile eleştirilemiyor. Dindar bir kimliğe sahip olduğu için dini anlamdaki erozyona dikkat çekilmeye çalışılsa bile 'Sen ondan daha mı iyi biliyorsun?' kontra soruları ile eleştirilerin önü kesiliyor! Soru sorarak akıl yürütmek ve olayların arkasını görmeye çalışmak dahi terörize bir eylem olarak lanse ediliyor.
-Ülkenin genel kurmay başkanlığı yapmış birisi bile yargılanıp hapse atılırken, 28 Şubat'ın kudretli generali Çevik Bir'e neden hiç bir şey olmadı?
-Çevik Bir 28 Şubat döneminde yeşil sermaye diye fişlediği iş adamlarının danışmanlığını Ak Parti döneminde nasıl yaptı?
-Çevik Bir Tayyip Erdoğan'ın ABD'deki danışmanlık hizmetlerini hangi vasıfla yaptı?
-2007 Nisan ayında dönemin genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt tarafından verilen e Muhtıra'ya rağmen Yaşar Büyükanıt'a devlet üstün hizmet madalyası neden verildi?
-Darbeler ülkeyi ekonomik olarak da çok geriye götürmesine rağmen, ülkeyi soyup soğana çevirenlerden neden hesap sorulmadı ve 'devri sabık' ilan edilerek haksız kazançla edindikleri mal varlıklarına neden el konulmadı?
Yani Z kuşağı 28 Şubat'ı yaşamadığı için bilmez diye yeniden o kara günler hatırlatılarak gençlere 'ölümü gösterip sıtmaya razı etmenin' âlemi yok. Bakın tarihe not düşmek için yazdığım bu vesikalarda bile karanlık noktalar varken; genç kuşakları manipüle etmeye kimsenin hakkı yoktur, diye düşünüyorum.
Zira şeffaflığın kaybolmasıyla birlikte; iki kere iki, te ne zamandan beri dört etmiyor ülkemizde! Bu sorunun cevabını bilen varsa bir adım öne çıksın...
Hayati Yaman
Hocam, ne diyeyim... Şaşkınlık vr hayranlıkla okudum. Çok objektif bir yazı olmuş. Ve bahsettiğiniz gibi *tarihe not* olmayı sonuna kadar hakediyor. Aklımızı kullanmayıp, bodoslama hiçbir kişinin arkasına takılmayıp; her zaman sorgulamaya ve araştırmaya ihtiyacımız olduğunu adeta ispat etmişsiniz. "Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek" sanırım tam olarak bunu yaşıyoruz. Üzerine çokca düşülmesi lazım. Ne mutlu her şeyin farkında olma yolunda bir adım olsun atanlara. Sizinle birlikte koşmak da nasipte varmış... Teşekkür ederiz hocam.
YanıtlaSilZaman zaman önemli şahsiyetler ve önemli tarihî olaylar hakkında siz sevgili yavrucuklarıma ışık tutmak için tarihi belge mahiyetinde böyle paylaşımlar da yapıyorum. Kendi çocuklarım da dahil pek çok gencimizin yaşanan olayların arka planını da görmesini sağlamak istiyorum. Yine de kör noktalar olması bizleri daha dikkatli ve kuvvetli bir sevgi bağı etrafında birleştirsin istiyorum. Hamaseti değil, realiteyi tercih ediyorum. Faydalanılması dileğiyle selamlar...
Sil