“YARASA, KÜRESEL GÜÇLER VE TANRININ OKU”

 

Çin ‘in Wuhan şehrinde çam ağacından yuvarlak bir yemek masası, kendinden emin duruşuyla yere sağlam basıyor. Sanki bahçesini şenlendirecek sakinlere eşitlik vaat ediyor. Ayrıca misafirlerine birbirlerinin yüzünü görüp yakından ilgilenebilme fırsatı da sunuyor. Ancak bizim bildiğimiz masalara da pek benzemiyor. Ortası itina ile oyulmuş, alt tarafından deri kayışlar sallanıyor. Üzerine kişi sayısınca sarı renkli ipek peçeteler, bambudan yapılmış kuayzılar(yemek yenilen çubuk),kristal bardaklar, Çin medeniyetinin nişanesi porselen tabaklar sıralanmış. Çin çayı ve küçük küçük kâselerdeki pirinç lapası yukarıdaki kadim tabloyu bir fırça darbesiyle tamamlıyor. Ancak birbirini kucaklayan bunca objenin yanında eğreti çirkinlik göze batıyor; bir jilet ve bir çekiç. Çekiç insana önceki gün ufak tefek tadil işleri için kullanıldığı havası veriyor. Kendisiyle iş görülmüş yılgın ve yorgun bir şekilde masaya terkedilmiş, nefes almıyor. Jilet ise “ Ertesi güne temiz bir yüzle uyanmak isteyen evin babası tarafından kullanılmış olmalı, yoksa sofrada ne işi var?” diye düşündürüyor. O da çekiçle aynı kaderi paylaşıyor. Mekâna topluca teşrif eden konuklar ayakta ev sahibinin gelmesini bekliyorlar. Nihayet beklenen kişi geliyor ve âdet olduğu üzere birkaç cümle sıralıyor. Sonra gözleri ve sağ eliyle yemekleri işaret ederek “buyurun” diyor. Ev sahibi, hem de misafirler Shaolin tapınağı rahiplerinin dinginliği içerisinde üzeri yemek ile bezenmiş dairenin etrafını kuşatılıyorlar. Menüde yemekleri kucağında taşıyan masa hariç dört ayaklı her canlıdan, uçak dışında uçabilen canlı-cansız her şeyden bulunuyor. İnsan bu sahneye şahit olunca, “Hayvanat bahçesindeki canlılar tel örgülerin ve kafeslerin ardında sergilenirken buradakiler de tencerede, tavada görücüye çıkıyor.” diye düşünüyor. Yemek kültürlerinde bizde olduğu gibi önce çorba, devamında ana yemek, sonra pilav en son da tatlı şeklinde bir hiyerarşi mevcut değil. Tüm yiyecekler serpme kahvaltı mantığıyla aynı anda arz-ı endam ediyor. Dökümden siyah bir tencere tüm bakışları üzerine çekmekte, kapağı yarı açık duruyor. İçerisindeki suyun kaynamakta olduğu etrafı saran buhardan ve fokurdama seslerinden anlaşılıyor. Aman Allah’ım o da ne!? Henüz gözleri yetmemiş, vücut tüyleri bitmemiş tenleri pembe kırk elli tane fare yavrusu kalınca bir tahta üzerinde mozole disipliniyle ortama taşınıyor. Erkek olanların boyunları mavi kurdele, dişilerin boyunları ise pembe kurdele ile bağlanmış. Kendilerini gören birazdan bir nişan merasimine ya da sünnet düğününe katılacaklar sanabilir. Derken beyaz saplı bir satır, mavi ve pembe kurdeleli canlıları kaynayan suya kanırtarak sıyırıyor. Birkaçının kuyruğu, bir ikisinin de henüz olgunlaşmamış ayakları tahtaya yapışıyor. Üç beş dakikalık bir pişirme süresinden sonra lokum kıvamına geliyorlar. Kuayzı ile kaynayan sudan çıkarılıp ağıza alınıyorlar. Ancak çiğneyip yutmadan önce boyunlarındaki kurdele çıkarılıyor. Mideye indikten sonra sofradakilerden kimi “ben dişi yedim” bir başkası da “ben erkek yedim” şeklinde bir muhabbete tutuşuyorlar. Döküm tencerenin bitişiğinde bir wok tava kendini ön plana çıkarmak için çırpınıyor; kırklı yaşlardaki ev sahibi “İçerisinde boğa, aslan, at, eşek… gibi hayvanların haşlanmış cinsel organlarının bulunduğunu, bunları yiyen kişide afrodizyak etkisi yaptığını” ifade ediyor. Daha bu dramları hazmedemeden Stephen King romanlarından bir sahne aralanıyor, hayır hayır! Bu bir kurgu değil, her sabah yanağını sıkarak uyandırdığım çocuğum, yarısının yaşama yarısının da ölüme ait olduğuna inandığım nefesim kadar sahici ve önümde cereyan ediyor. Büyükçe bir kazan ve ben ona dikkat kesiliyorum. Bir hastanenin organik tıbbi atıklarının toplandığı yerden araklandığını tahmin ettiğim bir cenin eşi; evet,

yanlış duymadınız. Yeni doğum yapmış bir kadından arta kalan. Yani plasenta… Yakın geleceğini bir bıçak, üç baş sarımsak, sotelenmiş fıstık ve bir miktar da soya sosu tayin edecekmiş gibi duruyor. Midem kıyam ediyor, bu yaşa kadar “et” nâmına ne yemişsem hepsini tek hamlede istifra edebilirim. Hayatımda ilk defa vegan olmayı düşünüyorum. Üç beş kâse içerisinde üzerinde maydanoz mu kereviz yaprağı mı olduğunu bilemediğim, eşkâli kestirilemeyen bir canlı bulunuyor. Tabuta yerleştirilen mevta gibi sırt üstü uzanmış. Gezegende serçe kadar yer kaplıyor ya da kaplamıyor. Yüzü kurnaz bir tilkiyi, kocaman kulakları da bir çanak anteni andırıyor. Küçücük gözleri araba farı gibi parlak. Perdeli kanatlarının tüyü yok, zarımsı bir yapısı var. Dikkatli bakıldığında sırıtan dişleriyle muzır bir tipi resmediyor. Belki de içinden “ Avuç içi kadar cüssemle, kepçe kulaklarımla, bir lokma etimle sofranın en sönük canlısı ben olabilirim ama yakın bir gelecekte gezegenin gündemine oturacağım. Ben bir kumandanın dev bir orduyu mahvetmesine neden olan atının nalından düşen tek bir çiviyim. Kocaman ormanı yangın yerine çeviren bir kibrit çöpüyüm ve ben tüm dünyayı kaosa sürükleyecek kelebek etkisiyim.” diye söyleniyor. Tüm bu yaşadıklarım yetmezmiş gibi bir maymun, yeri göğü inleterek yaka paça masaya getiriliyor. “Herhâlde birtakım numaralar yapıp milleti kahkahaya boğacak, sonrasında da muzunu alıp kısa günü kârla kapatacak.” diye düşünüyorum. Çok iyimsermişim, ilk gördüğümde çok da mânâ veremediğim masanın ortasındaki büyük deliğin altına oturtuluyor, hareket eden ayakları deri kayışlarla bağlanıyor. Zirâ kâinat boşluk kabul etmiyor. Sonrasında bir kadının ellerini de andıran bakımlı bir erkek eli jiletle çekici kavrıyor. Ve uzunca zamandır işsiz olan İsrafil ikinci kez suruna üflüyor. Daha önce her ölümün yalnız olduğunu ispat eden bu iki obje, kabirlerinden yeniden diriliyor. Damarlarına kan, benizlerine de renk yürüyor. Önce jilet keskin ayaklarını maymunun kıllı başında gezdiriyor. Âdeta adımını attığı yerde ot bitmiyor. Sahneye çekiç yaklaşıyor, tavırlarında assolist şımarıklığı var. Büyük bir özgüvenle mikrofonu eline alıyor. “İlk yumruk ve nakavt!” maymunun kafatası kırılıyor, sesi arşı titretiyor. Ellerine kuayzılarını alanlar yaşamla ölüm arasına sıkışan hayvanın başına-beynine- üşüşüyorlar. “Beyninin didiklenişini vücudunun her zerresinde hisseden hayvan, nefesindeki son kurşunu bu an’ı tasvir etmek için sıkar mıydı?” onu düşünüyorum. Birden bire aklıma intiharını ve aşamalarını iki yıl öncesinden bir mektupla bildiren; usturayla bileklerini, boynunu çizip vücudundan akan her damlayı mürekkep olarak kullanan nefes alırken ölümün kitabını yazan Beşir Fuat düşüyor.

Dünyanın ateşini betimlenen masadaki yarasa çorbası mı yükseltmişti, yoksa insan türünün maruz kaldığı her salgın bu tür ön deyileri ve komplo teorilerini beslemeye en müsait ortam mıydı?

Çin’in ilginç yemekleri konusunda detaylı bir yolculuğa çıkmaya karar veriyorum. Piyasadan bu konuyla ilgili birçok doküman topluyorum. Ve bu garipliklerin ülkenin tamamında değil, daha çok küçük azınlık grupların yoğun olarak bulundukları Güney Çin’de yaşandığını okuyorum. Çoğunun bir alışkanlık değil, insan hayatında belki birkaç kere yapılmış bir “değişiklik” olabileceğine kafa yoruyorum. Ruh köklerinin ise, tarih boyunca Çin’de görülen “açlık” ta saklı olabileceğini düşünüyorum.

1949 yılında kurulan Çin Halk Cumhuriyeti’nin 1970’lere kadar açlıkla savaştığını, yiyecek bulamayan insanların her türlü ot, ağaç kabuğu ve canlı-cansız hayvan

yemek zorunda kaldıklarını birkaç kişinin hatıratından okuyorum. Hatta Şandong eyaletinde 20 yıl öncesine kadar, insanların selamlaşma cümlesinin “-yemek yedin mi?” şeklinde olması da dikkatimi çekiyor. Bu ülkede hâlâ “vahşi hayvan pazarlarının” açık olmasını ise, süper güç olmanın verdiği şımarıklığa ve BM Güvenlik Konseyi’nin nükleer başlıklı bir üyesi olmasına bağlıyorum.

Hem bu enteresan yiyeceklere hem de “vahşi hayvan pazarına” kafa yorarken, Gogol’un Paltosundan çıkan Dostoyevski, Raskolnikov’u ve Alyoşa’yı (vicdan) yanına takmış önümden geçiyor. Ayağımın dibine içerisinde şu cümlelerin bulunduğu bir not bırakıyor: “Bir kaplan yalnızca parçalayıp kemirir, asla insan gibi zalim olmaz. Türdeşini kulaklarından çivileyip gece boyunca öylece bekletmek… vb. sanatsal zalimlik insanda olur sadece.”

Ve sonra Jack London ’un kısa bir süre önce okuduğum Beyaz Diş adlı romanına küçük bir çengel atıp şu cümlesine tutunuyorum: “ Vahşi doğa hareket eden her şeye düşmandır. Çünkü hareket etmek yaşamak demektir.” Şimdiye dek yapılan “ vahşi doğa” tanımlarının da prematüre doğmuş olabileceğini düşünüyorum. Vaşak, sırtlan, ayı… vb.keskin dişli ve güçlü pençeli hayvanların statik bir kaderin mahpusu olduklarını, bu gezegenin en vahşi öznesinin tartışmasız insan olduğuna kanâat getiriyorum.

Çin’in Wuhan şehrinden yürümeye başlayan salgın, dünyadaki tüm durakları ziyaret ediyor. TV ekranlarında komplo teorileri havada uçuşuyor. Kimi bilim insanları mekanik bir nedensellikle tanımlamaya çalışıyorlar ahvali. Nasıl mutasyona uğradığına, epidemiden pandemiye nasıl evrildiğine dair bölünmüş bir bakış açısı sunarlarken, anlamlandırmayı ihmal ediyorlar. Entübe, mortalite… vb. tıbbi terimler yürüyor odalarımıza. Altılı ganyan tablosu gibi her gün vaka sayısı, ölen sayısı açıklanıyor. Anne karnında ölen bebek hikâyesine ramak kala önsözde son nefesini verirken, yüz yaşında ahirete intikal eden adam tamamlanmamış bir öykü ile giderken, salgında ölenlerin ne hikâyesinden ne de kimliklerinden söz ediliyor, hepsi birer sayının avlusuna terk ediliyor.

Yoksa Rothshild, Rochefeller gibi aileler ve küresel güçler yenidünya düzeni için laboratuvarda biyolojik bir silah mı ürettiler? Neden olmasın! Kafka’nın “Dava” sında olduğu gibi insanın geçmişini, kimliğini silebilenler; geliştirdikleri distopya ile geleceği de pek tabi dizayn edebilirler. Gezegende her yeri sömürülecek pazar olarak gören bu şer odakları, içindekileri de müşteri olarak tanımlıyorlar. Hedef kitle, üretimin hem de tüketimin en aktif unsurları; çocuklar ve genç yetişkinler. Salgında ölenlerin çoğunun(İtalya örneği) yaşlılardan oluşması hedefe ulaşmada başarılı olduklarının da ispatı sayılabilir. Zira doğal seleksiyon ruhlarını işgal etmiş. “Güçlü ayakta kalır, zayıf elimine olur.” temel felsefelerini oluşturuyor. Sosyal iletişim becerileri insan kadar gelişmemiş olsa da yapay zekânın popülerliğinin arttığı günümüzde, belki de hâlihazırdaki insan türü içine çip yerleştirilmiş bir simülasyondur, kim bilir?

Elimizde teologlar tarafından geliştirilen bir komplo teorisi daha bulunuyor. Ortaçağ Hristiyan dünyasının “Kara veba” vb. afetleri “Tanrının gazabı” saydıkları gibi bu salgın da parçalı bir anlamlandırmayla “ilahi ceza” olarak görülüyor. Yani Tanrı, insanlığın sosyal ve ahlâkî erozyonuna artık tahammül edemedi. Mete Han gibi atının üzerinde geriye tam

dönerek sadağından ıslıklı okunu çıkardı, yayını gerip okunu saldı. Ölüm meleği ve yardımcıları da aynı yöne oklarını mı uçurdular? Ve kıyamet koptu. Kimsenin kimseye faydası olmadığı bu günde evet, “ellerimiz” in bile bize bir katkısı yok. Anne evladından, kardeş kardeşten kaçıyor. Hristiyanların beklediği “messiah” ile Yahudi’nin beklediği “maşiyah ” geldi de bizim mi haberimiz olmadı. Böyle bir bakış açısı da birçok paradoksu içerisinde barındırıyor. Zirâ bu tip salgınlarda âlimler de, bebekler de, zalimler de ölebiliyor. Hem böyle parçalı bir anlamlandırma yaratıcının “Âdil” sıfatıyla uyuşmuyor. Çünkü yaratıcının kavlî ayetlerinde bu gezegenin bir hesap yeri değil, sınav yeri olduğu vurgulanıyor.

Aslında yukarıda dillendirdiğim komplo teorilerinin tamamının haklılık payı olabilir. Zirâ bu tür felaketleri insanın yapıp ettiklerinden bağımsız düşünmek, pek de sahici durmuyor. Özellikle aydınlanma dönemi ve sanayi inkılâbıyla kozmik koronun akorduna sürekli çomak sokan örneğin: boynuzları için gergedanları, dişleri için filleri… öldüren insana tabiatın da bir yerde “Dur! ”demesi gerekiyor. Mutlak kudret inşa kitabımızda bu konuyla ilgili şöyle buyuruyor: “İnsanın kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu…” (Rûm 41) Evet, bu tür belaları manevi bir arınma, içe dönüş için ve vahşi kapitalizmin çirkin yüzünü göstermesi açısından bir fırsat olarak da görebiliriz.

Tüm bu olaylar yaşanırken bir yemek masasından toplumsal, ekonomik ve psikolojik bir düzen devrimine evrileceğimizi kim tahmin edebilirdi ki dünyanın bedeni üzerinde eli kanlı bir katil kol gezip soluklanmadan katliam yapıyor. Gezegenin gündemi bu cinayetler tarafından belirleniyor. Gizemli düşman sığındığı lağımı terk edeli takvimden sıfır kilometre birkaç ayı öylece buruşturup çöp kutusuna attık. Zamandan daha ne kadar yaprak koparıp kovayı ne denli dolduracağız belli de değil. Yoksa sadece Tanrının yaşadığı bir kavram olan zaman için biz boşuna mı endişe ediyoruz, ya da Onun an ’da bildiği şeyler ardışık olarak üzerimizden mi geçecek? Zaman bizim yitirmek üzere olduğumuz malımız mı yoksa Albert Camus’un dediği gibi “Onu yitirmemek için alabildiğine duyumsamamız mı gerekiyor?”. Biz tepenin bize görünen kısmıyla zihnimizi yorarken, şahit olamadığımız bölümüne ise koca bir soru işareti asıyoruz. Vakanüvisler 2019 yılı ile 2021 yılı arasındaki yırtığı üç katmanlı bir maske ile mi yamayacaklar, avuç ayası kadar olan bu parça sadra şifa olabilecek mi, bunu da yaşayabilirsek göreceğiz. Yoksa yaşamaya, birçok savaşa hazırlıksız yakalandığımız gibi bu katile de mühimmatsız teslim mi olacağız? Belki de yukarıda saydıklarımızın hiç biri değil. Ahmet Hamdi’nin “Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında” adlı mısraı hayatımızın merkezine bağdaş kurup oturdu ve içinde bulunduğumuz ruh halinin fotoğrafını çekiyor. Göğsümüzün daraldığı, bir nefeslik havanın bile çok görüldüğü halet-i ruhiyemize bir entübe gerekiyor.

(Ayarsız Dergisinde yayınlanmıştır.)


Fırat KÖKLEN


Yorumlar

  1. Fırat hocam yüreğinize ve beyninize sağlık. Bugünkü ev sahipliğiniz yine muhteşemdi. Ne güzel ağırladınız bizi. Minnetarız hocam...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Güzellik bakan gözdedir. Ben teşekkür ederim.

      Sil

Yorum Gönder

Lütfen yorumlarınızı bizimle paylaşınız. Yorumlarınız bizler için çok değerli. Onaylama işlemi zaman alabilir. Hakaret içeren yorumlar onaylanmayacaktır.

Popüler Yayınlar