“UMUDUN FİŞİNİ ÇEK, GEHİNNOMDASIN!”

 



Subutay ve ninesinin sakini oldukları bu çatı, “nohut oda bakla safa” betimlemesinin beden bulmuş haliydi. Yaşlı kadın gökyüzünü gözetleyen teleskop misali bakışlarını, yılların birikimiyle alnının ortasına ve göz kenarlarına çizik attığı kırışıklar arasındaki sadağından salar ve “Ayşa anamız Allah resulüyle dokuz metrekarede yaşamış da gıkını çıkarmamış, biz iki başımıza aha! buraya mı sığamayacağız?” derdi. Mütedeyyin, mütevekkil bir Anadolu kadınıydı. Evet, bir âlim değildi belki ama ârifti “kendini bilen, Rabb’ini bilir.” felsefesini şiar edinmişti. Şu dünyadaki tek varsıllığı ise, ciğerparesi Hasan ve “kızım! ”dediği gelini Aysun’un emaneti olan torunuydu. On yıl önce yüzleri jilet olup kesen bir şubat ayazında, trafik canavarına kurban vermişlerdi onları. Şimdilerde bıyığı ve sakalıyla meydanlarda cirit atan Subutay, elim kaza sırasında 8-9 yaşlarında körpe bir çocuktu. Kara haberi bitişik komşuları Döne Teyze’den almışlardı, elçiye zeval olmazdı. Subutay’a göre bu işin müsebbibi, ellerini Sur’a götürmeye pek hevesli olan İsrafil’den başkası değildi. Çocuğun kulağına nükleer bomba olup düşen ağulu cümleler, yürek ülkesine sızmış ve orada taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmamıştı. Geyikler aslanlara sokulmuş; birkaç aylık bebeler, bembeyaz saçlı ihtiyarlara dönüşmüştü. Deniz suları fokur fokur kaynamış, dağlar yün yumağı olup minik bedeninden yuvarlanmıştı. Ruhunun tavanındaki yıldızlar teker teker ayaklarının ucuna dökülüvermişti. Sanki o günden sonra eşkâli kestirilememiş, robot resimleri çizilemeyen birer cesede dönmüşlerdi; gölgelerinin toprağa düştüğünü bir daha gören olmamıştı. “Her dem taze et bekleyen; deriyi, iç organları yakıp kavuran “Cehennem” adlı ateş bu olsa gerekti. Yaşlı kadın yıllar yılı savaş meydanına dönen; kapısı, çatısı kül olmuş sinesini, kimsesizlerin kimsesine sığınıp, sabrın göğsünü emerek ferahlatmıştı. Mütemadiyen yavrucağa da “Oğul!” Onların ikisi de şimdi Cennet’te, Rezzak onları tadı değişmeyen sütten, baldan ırmaklarla besliyor, orada yorgunluk yok usanç da. Hatta Rahim onları üzüntüye de korkuya da… sevk etmeyecek.” şeklindeki cümlelerle teselli veriyordu. Yıllarca bu tümcelere muhatap olan tıfıl artık büyümüş; somut işlemler döneminin sarp yokuşlarını tırmanıp, soyut işlemler evresinde soluklanan aktif bir özneye evrilmişti. Işıltılı bir zekâya sahip hukuk öğrencisiydi. Bir düşünceyi parçalarına ayırmak, ondan değerlendirmekte yapmakta mahirdi. Son zamanlarda sorduğu sorular ninesini köşeye sıkıştırıp, onun buram buram terlemesine yol açıyordu. Kadıncağız özelde babaannesiydi ama delikanlının gözünde toplumu ve onun inançlarını temsil ediyordu. Sanki genç avukat adayı, yönelttiği her sualde geleneği din haline getiren kalabalıkları, mahkemede sanık sandalyesine oturtuyordu. Amaç, had bildirmek ya da rencide etmek değildi. Sadece didiklenmeyen, eleştirilmeyen bir dinin, kendisine bağlanılmaya değer olmadığına duyulan inançtı. 

-Nine, Cennet öyle bahsettiğin gibi güzel bir mekân ise Âdem peygamber günah işlemeyi, orada kalmaya neden tercih etmiş? Ben, “Dante” nin “İlahi Komedya” adlı eserini okudum. Kitap “Cehennem, Araf ve Cennet” diye üç bölüme ayrılmıştı. İnanır mısın zihnimde ne bahçeden, ne de günahlara kefaret için beklenilen yerdeki sahnelerden izler kaldı. Karanlıklar ülkesinin ise birçok repliği hatırımda.                                                                                           

-Haşa, öyle sualler sorulur mu hiç! Din; kulu gassalin(ölü yıkayıcısı) önündeki çaresiz ve iradesiz ölü gibi boylu boyunca uzanır olmasını ister evladım. Bir tebaa bir krala soru sorabiliyorsa eğer; sorgulayandan kul, sorgulatandan da kral olmaz. Kutsalın kapısından ussal olan girerse inanç bacadan çıkar oğul!








-İyi de nine! “Farabi” adlı İslam filozofu “Tanrı’nın yarattığı ilk cevher akıldır” diyor. Yani bu durumda akıl vahiyden önce yaratılmış oluyor. Bu mücevher, bize sermaye olmadan kavli ayetleri kendimize nasıl mülk edineceğiz? Hem Mutlak Kudret biz kullarıyla konuştuğu cümlelerin birinde “…Allah, pisliği, aklını kullanmayanlar üzerine bırakır.(Yunus100) buyurmuyor mu? 

-Yavrucuğum! Hz. Âdem efendimiz elindeki pusatı Rabb’in hududuna doğrultmadı mı, Cennet’ten sürülmesine neden olan, bu suç aletinin adı “us” değil miydi?  

-Doğrudur doğru olmasına da nine! Onda günaha dair bir farkındalık vardı. O hâddini bildi ve öz vatanı olan bahçeye kavuşabilmek için, başını ellerinin arasına alıp Tevvab’a yalvardı. O günden sonra parmaklar onu “adam” diye imlemedi mi? 

-Bırak felsefe yapmayı oğul! Hafazanallah, bu düşünceler insanı ya mürtet eder ya da müşrik. Rahmetli babamdan öğrendiğim kadarını söylerim sana şirk “ortaklı” demektir, müşrik kelimesi de şirk kökünden gelirmiş. Zaman zaman beni karşısına alır da rahmetli babam o gür sesiyle “Bak Cemile, Mutlak Kudret’in sığabildiği tek yer insanın yüreğidir, orası da paylaşım kabul etmez,” derdi. Şu şeytandan emanet aldığın suallerini kulak arkası et de yakıtı insan ve taşlar olan Cehennem’e nasıl göğüs gereceğiz onu düşün!

-Evet, sana katılıyorum nine! İman da evlilik gibi ortak kabul etmez. “İzdivacın şirki de zinadır, ”diye bir yerlerde okumuştum. İnsanın yüreğini esir alıp, Rabb’i unutturan her şey “put” değil midir? İşte burada bahsi geçen sanemler olsa gerektir. Bu, bazen vücut ve bekâsını kendi ellerimizle belirlediğimiz bir eşyadır, bazen de gözümüzde aşırı yücelttiğimiz bir âdemoğlu. Onlara sahip olmak yerine, ait olmuşuzdur. Ha! Cehennemi oraya gitmeyi hak edenler düşünsün! 

-Nasıl yani oğul! Sen öte dünyaya, yeniden dirileceğimize inanmıyor musun, dalgaya mı alıyorsun imanı mı?

-Bunu da nereden çıkardın nine! Bizler, çift dünyalı bir dinin mensuplarıyız. Ölüm mutlak yokluk değil, bu hayattan başka bir dünyaya boyut değiştirmektir. Bir kapıya sırtını çevirirken, bir başkasına alnını dönmektir. Yani her ecel, yeni bir yaşam için doğum sancısı çeker bizim lügatimizde. Fişi çekilmiş tabiatın yeniden canlanması, dalından koparıldığında son nefesini veren turuçgilin C vitamini olarak beden bulması, marketten aldığımız ölü balığın vücudumuzda fosfor olarak… dirilmesi gibi pek çok örnek sayabilirim sana.

-Gurban olurum yoluna, ne isabetli şeyler dedin. Rahmetli babam: “Takva sahibi tertemiz ruhlar, henüz tüyü bitmemiş çocuklar ve hatta peygamberler… herkes bu karanlıklar diyarına girecekmiş,” derdi.                                                                                                                              

-Nine, Tanrı kullarını sevgi ile yaratıp, bir ananın bebeğini eleyip belemesi gibi özenle büyütmüş ve toplum içerisine çıkarmıştır. Bir babanın çocuğuna verebileceği en büyük ceza onu falakaya çekmesi, ona istediği şeyi almaması ya da arkadaşlarıyla oyun oynamasına izin vermemesi değil, bilakis onu sevgisinden mahrum bırakmasıdır. Aslında Mutlak Kudret’in kuluna hazırladığı hiç sönmeyen ateş, bu olsa gerektir. Yani Rabbini anmaktan mahrum bırakılmasıdır. Yüreğin mühürlenip kalp denilen organa indirgenmesi ve hatta taştan daha çok katılaşmasıdır. Bahsettiğin gibi herkesin bir süre ateşte kalması Tanrı’nın “âdil”sıfatıyla uyuşmaz. Bu durumu şöyle örneklendirebiliriz: Biz cezaevindeki yakınlarımızı ziyarete gideriz; onların demir parmaklıklar arkasında özgürlüğe duydukları özlemi, kiminin yüz kızartıcı suçu nedeniyle dışardakiler tarafından unutulma isteğini, bazısının da hatırlanmak arzusunu, çektikleri azapları bakışlarında ve tavırlarında hissederiz. Biz oraya kalmak için değil, onların acılarını görüp halimize şükretmek için gireriz.

-Hâşâ ve kellâ, senin ağzın ne söylüyor oğul, sen eyice zıvanadan çıkmışsın. Rabbül Âlemi’ne Tanrı denir mi hiç! Onun doksan dokuz esması vardır. Dediğini gâvurlar der.

-Daha çok nine! İsm-i Azam, Yezdan, Hüda… ve daha niceleri mevcut. Tanrı, Türkçedir “Tengri ”den gelir. Mehmet Akif aynı zamanda bir hafızdı biliyorsun. Birçok şiirinde “Allah” lafzı yerine bu ismi kullanmış nine!

-İlk senden eşittim oğul, büyük bir âlimdi Akif. Vardır bir bildiği. Senden yeni bir şey belledim. Tanrı, benim ömrümden alıp sana eklesin yavrumun yavrusu!

Peki! Orayı ebedî yurt edinenlere zakkum ağacı, iğrenç kokulu irinler ve kuru kuru dikenlerden yemişler sunulması hakkında ne söylersin? Boğazlarına takılan iğneli yiyecekleri rahatça yutmak için su isteyeceklermiş de kendilerine bir yudum bile ikram edilmeyecekmiş. Zebaniler bazısının kafasına kürekle vuracakmış, kimi günahkârın başını da ayakları dışarıda kalacak şekilde pisliğe gömeceklermiş. Mücrimlerin bazısı zift havuzunda, kimisi de kan gölünde yüzecekmiş. Mengeneler, şişler, parçalanmış etlere batırılmış çengeller olacakmış, kavrulan derinin yerinde acı sürekli hissedilsin diye bir yenisi bitirilecekmiş. İç organları yakan alevler ve gözlere kan indiren dumanlar ortalığı kaplayacakmış… Ateş olmayan yerden yerden duman çıkar mı oğul?

-Nine, edebiyatta “metafor” denilen bir kavram vardır. Daha anlaşılır şekliyle ona “mecaz” da denir. Yaratıcı idrak edemeyeceğimiz şeyleri somutlaştırarak-dünya adlı gezegende bildiğimiz şeylerden yola çıkarak-bize bilmediklerimizi kavratmaya çalışmıştır. “Ateş olmayan yerden duman çıkar mı ?” diye sormuştun. Tabii ki çıkmaz. Bir zamanlar “Gei-Hinnom(Hinnom Vadisi)* denilen bir yer varmış. Burası putperest İbranilerin Kudüs dolaylarındaki çöplüğüymüş. Yahudilere “İbraniler” diye de hitap edilir nine! Cehennem tanrısına “ Molek” demişler hatta adına sunaklar bile yapmışlar. Bazen çocuklarını ona kurban etmek için içine attıkları, bazen de ateşe atmadan üzerinde bir süre gezdirip çocukların arındığına inandıkları bir vadiymiş. Bir zaman sonra bu kurban merasimi o dönemin kralı tarafından yasak edilmiş. Şehrin çöplerinin ve idam edilen suçluların cesetlerinin vahşi hayvanlar tarafından parçalanıp yenilmesi için atıldığı bir yere dönüşmüş. Bu çöplükten etrafa dayanılamayacak derecede pis kokular yükselmiş, halk da ölüleri, atıkları ve kokuyu gidersin diye oraya bolca kükürt döküp ateşe vermiş. Böylece sönmeyen bir alev doğmuş. Kötüler için hazırlanmış ne kötü döşek değil mi? Bu algı ise semavi dinleri etkilemiş. Allahualem!                                                         

-İyi de oğul! Rahmetli babam “Allah Cehennem’i alevlendirdiği zaman…” (Tekvir 12) şeklinde bir ayet okurdu, daha dün gibi kulağımda. Demek ki, ortada bir Cehennem var ama ateş almayı bekliyor.

-Nine, bu sefer ben sana sorayım. Arif Nihat ASYA adını duydun mu?

-Duymaz olur muyum hiç! “Bayrak” şiirimizin şairi değil mi oğul!

-İşte Dante’nin üç kitapta tam olarak anlatamadığı aydınlıklar ve karanlıklar ülkesini o bir dörtlükte anlatmış. “Dediler: Cehennem ’de odun yok,/her yolcu yakacağını kendi götürür./Anladım ki Cennet’e giden de buradan/Gülünü zambağını kendi götürür.” Ne muhteşem dizeler değil mi?

-Şimdi havsalama yattı evlat! Dünyası güllük gülistanlık olmayanın ahreti de berbat diyorsun!

-Aynen öyle nine! Şu yaşlı gezegendeki işgaller, katliamlar, despotluklar, ihanet senaryoları, kıskançlıklar, kendinden olmayanı fişleme plânları, dünya nüfusunu kısırlaştırıp seyretmek için üretilen biyolojik silahlar, mal ve evlat yığma arzusu, paylaşma ahlâkının devre dışı bırakılması… ve daha niceleri bu mekânın zaten zebanilerin uğrak yeri olduğunun resmi değil mi?

  

Sence oradaki ateş, cahiller arasında sıkışıp kalan âlimin ruhunu esir alan alevlerden daha mı harlı olacak?

  

Kalbimizin iki eliyle ittiği, sureti insanlarla geçirdiğimiz on dakika o yalazın bir numunesi değil midir?

Cehennem; tüm varsıllığını kaybetmiş, evine ekmek bile götüremeyen babanın sinesini kavuran nardan daha mı yakıcı olacak?

  

"Bizi virüs değil, açlık öldürecek” diyen bir Afrikalıya mikrofon uzatılsa muhtemelen Umberto Eco’nun şu cümlesini söyler: “Böyle bir dünyanın bir de cehennemi mi var?”  

   

Özbeöz babası, abisi, sapığı ya da eski eşi tarafından yıllarca sözlü ya da bedensel tacize uğrayan ama toplum baskısından korkup bir an önce sesini öldürmeyi seçen kadının, ruhuna saplanan bıçaktan daha mı yakıcı acaba bu Cehennem?

  

Sana son bir sual oğul! Cehennem ’den hiç kurtuluş yok mu?

-Kim bilir? Hıristiyanlara göre Hz. İsa Cehennem’in kapısını kırıp birçok günahkârı oradan kaçırmış ama Kur’an’da “Kimin iyilikleri tartıda hafif kalırsa, işte kendilerini ziyana sokanlar, Cehennem ‘de ebedi kalanlar onlar olacaklardır.” (Müminun,23/103) diyerek oranın artık çıkılamayacak bir yer olduğu anlatılmıştır. Dolayısıyla buraya girmeyi hak edenler, umudun fişini çekmeye hazır olsunlar. Çünkü Gehinnomdalar! 

Özellikle son cümlelerimle kafanı iyice karıştırdığımı biliyorum nine! Bazı düşünürler, Allah’ı, elifbadaki “be” harfinin altındaki nokta gibi tanımlar yani O, zamanın ve mekânın dışındadır. İnsan ise “nun” un içindeki noktacık gibidir. Aksine zaman ve mekânla var olur. Bundan mütevellit Allah’ın kuracağı Cennet ile Cehennem’i nasıl ki mekân olarak tasavvur edemiyorsak içerisindeki zaman koşullu ebediyeti anlamamız da bir hayli imkânsızdır: “Öd Tengri yaşar kişi oglı kop ölgeli törümiş!** 

*Cehennem’in İbranicedeki karşılığı

**Zamanı Tanrı yaşar, insanoğlu hep ölmek için türemiş.(Orhun Kitabeleri)


(Ayarsız Dergisinde yayınlanmıştır.)


Fırat Köklen

Yorumlar

Popüler Yayınlar