ANAHTAR
Gece mi çökmüş tavanlara? Öyle olmalı muhakkak. Ama yıldızları göremiyorum! Yoksa sis mi dolu etrafım?
Boğazıma kaçan ayazı engellemeye çalışıyorum bir yandan. Ama o ciğerlerine işleyeceğim diyor sanki! Bir yandan üşümüş ellerimi arıyor aklım! Hayır ceplerim bu kez bomboş. Nerede olmalılar şimdi?
-Ah! Ne acı soğuk böyle? Dudaklarımın ürkek kıvrımları yanıyor. Kanıyor olmalı.
Yana düşmüş elimi zorlukla çekebiliyorum kaldırımdan. Oh be ellerimi buldum. Soğuktan donmamışlar!
Gözlerim yere uzanıyor. Bir şey mi anlatmak istiyor bu taşlar bana? Sokaklar, üzerine düşmüş gibi! Sanki sokakları döşeyen taşlar değil de, sokaklar taşların üzerine kıvrılmış oracıkta... Ayrıca sarılmış çocuğun tel örgü kirpiklerine, bırakmıyor. Bırakmamaya yeminli gibi, daha bi sıkı sarıyor!
Dizlerim örülmüş birbirine. Kaskatı kesilen vücudumu zorlukla doğrultuyorum.
-Kaç saattir bu vaziyetteyim?
-Nasıl geldim, burası da neresi, saat kaç, nasıl?...
-Beynimdeki kurşun, bu suallerime cevap vermemi engelliyor. Kafamı kaldırıp etrafa bakınıyorum. Çözmeye çalıştığım bir bilmece var gibi. Kurcalıyorum beynimi. Hiçbir ipucu yok. Yabancısıyım bu yolların. Yine sualler sıralanıyor...
-Ne işim var benim burada?
-Ne kadar orada bekledim?
-Ve şimdi buraya nasıl geldim?
Sıçrıyorum yerimden. Başımdaki sancı ayağa kalkmama engel oluyor. Sadece olduğum yere anca çökebiliyorum. Soğuk öyle işlemiş ki bedenime! Uzun süre yere bakakalıyorum...
Gözlerim karanlığa alışırken, nefesimle ellerimi ısıtmaya çalışıyorum. İlerde bir karaltı... Gücümü toplayıp varıyorum ve sırtımı oraya dayıyorum. Bu defa yerde duran ayaklarıma takılıyor gözüm. Yırtılmış, eski bir çift terlik... Eskiden sorun ederdim ama pek umrumda olmuyor artık!
Zar zor çıkıyorum kaldırıma. Bir parça tahtayla kapatılmış bölümüne. Sanırım üşüdüğümü anladığı için bana saltanat koltuğu gibi gelecek oturak sunuyor...
Bir nefes hissediyorum ensemde ve hızla arkama dönüyorum. Gözlerim öylesine açılıyor, kemiklerim öylesine hafifliyor ki o an! Karşımdasın! Sadece bir adım ötemde... Saçların omuzlarına düşmüş, gözlerin mahmurlu, dudakların gamzene misafir...
Üzerinde son giydiğin mavi elbise. Yanağından bir damla yaş süzülürken tutuyorum belini. Ya da öyle mi seziyorum? Kayboluyorsun ellerimden. Bir varsın, bir de yok! Saklambaç mı oynuyoruz yoksa? Sağım solum sobe! Saklandın mı? Açıyorum gözlerimi...
Saat 06:09. Bir bardak çay içip çıkıyorum evden. Elimde bir dal papatya... İlk durağım SEN'in yanın.
Günaydın bir avuç kadar yakın, bir nefes kadar uzak olanım...
Güneş her zamanki yerinde seni bekliyor. Rüzgar usul usul okşuyor saçlarımızı. Serçeler ötüşüyor. Kurbağalar vıraklıyor. Atlar kişniyor. Karabaş ise hiç havlamıyor, kuyruk sallayarak sevgiyle selamlıyor etrafı... Ekmekler fırından yeni çıkmış, sofralar kuruluyor, çocuklar uyanıyor, sokaklar doluyor...
Gecemin tavanına çöken sisler daha yeni kalkıyor. Ama neyleyim bu defa seher vakti olmuş ve ben yine yıldızları göremiyorum!...
Hadi gel. Ne olursun gel ve çal kapımı! Sen benim yıldızım ol ve gel gör yanan ateşimi! Bak ki o ateş kimin için yanıyor? Kokunu özlemiş tüm uzuvlarım. Her yolum sana çıkıyor. Her sokak, her caddede sen varsın hep! İlerliyorum, yürüyorum, ilerliyorum... Ve artık "yoksun" demek istemiyorum...
Özledim, papatyaları kıskandıran kokunu. Özledim konuştukça ömrüme ömür katan sesini. Evet sevdiğim. En çok her teline nefesimi ördüğüm saçlarını, her örgüsüne sevgimi kattığım düğümlerini özledim...
Yolu göz yaşlarımla suladım. Sakladığım gülüşünü, toprağa ektim. Etraf mis kokuyor, herşey hazır.
Anahtarı da yüreğine yerleştirdim. Açalım mı kapımızı?
Tuğçe Dalaksız
Boğazıma kaçan ayazı engellemeye çalışıyorum bir yandan. Ama o ciğerlerine işleyeceğim diyor sanki! Bir yandan üşümüş ellerimi arıyor aklım! Hayır ceplerim bu kez bomboş. Nerede olmalılar şimdi?
-Ah! Ne acı soğuk böyle? Dudaklarımın ürkek kıvrımları yanıyor. Kanıyor olmalı.
Yana düşmüş elimi zorlukla çekebiliyorum kaldırımdan. Oh be ellerimi buldum. Soğuktan donmamışlar!
Gözlerim yere uzanıyor. Bir şey mi anlatmak istiyor bu taşlar bana? Sokaklar, üzerine düşmüş gibi! Sanki sokakları döşeyen taşlar değil de, sokaklar taşların üzerine kıvrılmış oracıkta... Ayrıca sarılmış çocuğun tel örgü kirpiklerine, bırakmıyor. Bırakmamaya yeminli gibi, daha bi sıkı sarıyor!
Dizlerim örülmüş birbirine. Kaskatı kesilen vücudumu zorlukla doğrultuyorum.
-Kaç saattir bu vaziyetteyim?
-Nasıl geldim, burası da neresi, saat kaç, nasıl?...
-Beynimdeki kurşun, bu suallerime cevap vermemi engelliyor. Kafamı kaldırıp etrafa bakınıyorum. Çözmeye çalıştığım bir bilmece var gibi. Kurcalıyorum beynimi. Hiçbir ipucu yok. Yabancısıyım bu yolların. Yine sualler sıralanıyor...
-Ne işim var benim burada?
-Ne kadar orada bekledim?
-Ve şimdi buraya nasıl geldim?
Sıçrıyorum yerimden. Başımdaki sancı ayağa kalkmama engel oluyor. Sadece olduğum yere anca çökebiliyorum. Soğuk öyle işlemiş ki bedenime! Uzun süre yere bakakalıyorum...
Gözlerim karanlığa alışırken, nefesimle ellerimi ısıtmaya çalışıyorum. İlerde bir karaltı... Gücümü toplayıp varıyorum ve sırtımı oraya dayıyorum. Bu defa yerde duran ayaklarıma takılıyor gözüm. Yırtılmış, eski bir çift terlik... Eskiden sorun ederdim ama pek umrumda olmuyor artık!
Zar zor çıkıyorum kaldırıma. Bir parça tahtayla kapatılmış bölümüne. Sanırım üşüdüğümü anladığı için bana saltanat koltuğu gibi gelecek oturak sunuyor...
Bir nefes hissediyorum ensemde ve hızla arkama dönüyorum. Gözlerim öylesine açılıyor, kemiklerim öylesine hafifliyor ki o an! Karşımdasın! Sadece bir adım ötemde... Saçların omuzlarına düşmüş, gözlerin mahmurlu, dudakların gamzene misafir...
Üzerinde son giydiğin mavi elbise. Yanağından bir damla yaş süzülürken tutuyorum belini. Ya da öyle mi seziyorum? Kayboluyorsun ellerimden. Bir varsın, bir de yok! Saklambaç mı oynuyoruz yoksa? Sağım solum sobe! Saklandın mı? Açıyorum gözlerimi...
Saat 06:09. Bir bardak çay içip çıkıyorum evden. Elimde bir dal papatya... İlk durağım SEN'in yanın.
Günaydın bir avuç kadar yakın, bir nefes kadar uzak olanım...
Güneş her zamanki yerinde seni bekliyor. Rüzgar usul usul okşuyor saçlarımızı. Serçeler ötüşüyor. Kurbağalar vıraklıyor. Atlar kişniyor. Karabaş ise hiç havlamıyor, kuyruk sallayarak sevgiyle selamlıyor etrafı... Ekmekler fırından yeni çıkmış, sofralar kuruluyor, çocuklar uyanıyor, sokaklar doluyor...
Gecemin tavanına çöken sisler daha yeni kalkıyor. Ama neyleyim bu defa seher vakti olmuş ve ben yine yıldızları göremiyorum!...
Hadi gel. Ne olursun gel ve çal kapımı! Sen benim yıldızım ol ve gel gör yanan ateşimi! Bak ki o ateş kimin için yanıyor? Kokunu özlemiş tüm uzuvlarım. Her yolum sana çıkıyor. Her sokak, her caddede sen varsın hep! İlerliyorum, yürüyorum, ilerliyorum... Ve artık "yoksun" demek istemiyorum...
Özledim, papatyaları kıskandıran kokunu. Özledim konuştukça ömrüme ömür katan sesini. Evet sevdiğim. En çok her teline nefesimi ördüğüm saçlarını, her örgüsüne sevgimi kattığım düğümlerini özledim...
Yolu göz yaşlarımla suladım. Sakladığım gülüşünü, toprağa ektim. Etraf mis kokuyor, herşey hazır.
Anahtarı da yüreğine yerleştirdim. Açalım mı kapımızı?
Tuğçe Dalaksız
Meğer herkesin gönlünde bir anahtar varmış! Meğer herkesin gönlüne o anahtarı bırakan biri varmış. Teşekkürler Tuğçe m. Ben de öğrendim kızım.
YanıtlaSil