KORKULARLA YAŞIYORUZ

 

              


                             

  Birçoğumuz bir adım geri çekilerek hayatlarımızı seyre dalsak inanın şimdiye dek; görünüşüne körleştiğimiz, sesine sağırlaştığımız, kendisinden köşe bucak kaçtığımız, harcı korku ile karılmış bir bina inşa ettiğimizi görürüz. Şöyle ki:

  Gün gelir, kalabalıklar arasında nefes almaktan ürperir, kendimizle baş başa kaldığımız ilk fırsatta içimize mahşerî bir kalabalığın çöreklenmesinden korkarız.

  Rüya görmeyelim diye uyumaktan imtina ettiğimiz geceler de olur; ağırlaşan başımız uykunun kör kuyularına düştüğünde, ihtişamlı bir rüyanın en can alıcı sahnesinde uyanmaktan korktuğumuz ânlar da!..

  Hayatın mânâyı işaret eden nasırlı ellerinin yanağımızı okşamasından hoşlanırız. Lâkin vakitli vakitsiz tırnaklarını etimize geçirmesi korkutur bizi.

  Çoğu zaman kimliğimizi başkalarıyla aynı kalıba dökmek yegâne ülkümüz olur.  Kendimizi sele vermek daha güvenli ve konforlu gelir bize. Bilakis göğsümüzü akıntıya karşı siper etmekten korkarız.  

   Sıfatsız bina edilmiş bir tümcenin tekinsiz sokaklarında kaybolmaktan korkarız. Ya da meşakkatli bir yükleme özne olmaktan…

   Sanal âlemin kurşun askerlerine gönül rızasıyla teslim olur; ellerimizin tuşlarla kelepçelenmesine, gözlerimizin ekranlarla kilitlenmesine müsaade ederiz. Zira hayatın ütüsüz halleriyle karşılaşmak korkutur bizi.

   Ölümün hiçbir randevusuna gecikmediğini bildiğimiz halde, belleğinde bize dair saatin her daim taze kalmasından korkarız.

  Bazen, bir yumurtanın zarından daha hassas hayallerimizin, gerçeğin keskin bıçağıyla doğranmasından, bazen de doğrunun ipek gömleğine yanlışın kara kravatının bağlanmasından korkarız.

  Kalbimizden geçenleri söylediğimizde ya da içimizden geldiği gibi yaşadığımızda anadan üryan kalmaktan korkarız.

  Mutluluğumuzun su misali halkalanıp çoğalmasını arzu etsek de buharlaşıp havaya karışması korkutur bizi.

  Kendimizden gayrı her diyarı gurbet bellesek de benliğimizi içinden yakalayıp kucaklamaktan korkarız.

 

  

   Bir insanın başka bir insana ayna olduğunu bildiğimiz halde aynada yüzümüze bakmaya korkarız.

  Kendi ellerimizle yaptığımız bir uçurtmanın tele takılmasından, yahut tellerimize henüz konmuş bir serçenin ürperip uçuvermesinden korkarız.

  Ayakları çıplak, dizleri yamalı çocukluğumuzla yüzleşmekten,  bugünümüzü yargılamaktan ve yarınımızın seyrine karar vermekten korkarız.

  Çorak bir toprak misali yağmursuz kalmak,  yağmura şemsiyesiz yakalanmak veya yağmurdan kaçarken doluya tutulmak hep korkutur bizi.

   Hayatı doyasıya yaşamaktan,  hayatı hiç yaşayamamaktan ya da yok olup unutulmaktan korkarız.

  İnandığımız şeylerin hakikatin ta kendisi olarak ilan edilmesi tek arzumuzdur. Ancak hakikatin tüm çıplaklığıyla faş edilmesi korkutur bizi.

    Kolumuz veya bacağımız kırıldığında alçılı da olsak hayata eklemlenmekten beri durmayız. Ama iç kırıklıklarımızı aşikâr etmekten korkarız.

   Duvarın arkasında altın olduğunu söyleyene şek duymadan inanırız da;  başımızı uzatıp bakmak korkutur bizi.

   Tüm nefesimizi hesap yapmak uğrunda tükettiğimiz halde, muhasebe yapmaya soluğumuzun yetmemesinden korkarız.

   Belki de, hayatın hiçbir istatistiki verinin ya da formülün giremeyeceği koridorların ardında başladığını düşünmek korkutur bizi.

   Tanımadığımız birine adres sormaktan, yahut ulaştığımız adreste sevdiğimizi bulamamaktan korkarız.

  Çok şey bilmekten, hiçbir şey bilememekten, öğrenmenin ağır yükünü sırtlayamamaktan korkarız.

   Bisiklet sürerken düşmekten, kulaç atarken boğulmaktan, denizin ortasında kalınca karaya çıkamamaktan korkarız.

  Ete kemiğe bürünerek var olduğumuzu düşünür, var edilmek fikrinden korkarız.

  Aydınlıkta saklanmış zifiri karanlıktan, varlıkta gizlenmiş bir yokluktan korkarız.

  Canımızı yakan şeylerin aslında bizim için birer öğretmen olduğunu bildiğimiz halde, dertlenmekten korkarız.

        

 

     Velhasıl korkularımızın kolluk güçlerine kıskıvrak yakalanmayalım diye; hayatımızın canına ot tıkıyor, hayallerimizi de bir kuytuda öldürüyoruz. Evet!  Cesaretin tüm kalelerinin kuşatıldığı, yüreklerin sevmesiz, gözlerin görmesiz, kulakların duymasız, ayakların da gitmesiz bırakıldığı bir çağda yaşıyoruz.


Fırat KÖKLEN (Ayarsız Dergisinde Yayınlanmıştır.)

Yorumlar

Popüler Yayınlar