MELEĞİN GÖR DEDİĞİ
İnsanlığın seyrine baktığımızda; rayında giden, dünyamızı genişleten, sırtımızdaki yükü hafifleten, içimizdeki ayazı sonlandıran, bakışlarımızdaki karamsarlığı mat eden hiçbir hamle göze çarpmıyor. Oysa kökü zamanında sulandığında, dalları usturuplu budandığında eskisinden daha gümrah yemişler bitirecek bir iyilik ağacı yok muydu içimizde?
Israrla hatırlamamız ve hatırlatmamız gereken
bu melekenin coşkulu sesini bırakın işitmeyi fısıltısını bile duyamaz oluyor
kulaklarımız. Çünkü her yer yıkıcı sloganların ve çirkin gürültülerin
hâkimiyetine ram olmuş durumda. Ne baktığımız herhangi bir yüzde güzele davet
var ne de aynı safta el bağladığımız adam güven veriyor bize…
Gemi azıya alan ve bizleri derin endişelere
sevk eden ses, felaket tellallığına soyunuyor. Kendisi şimdiye dek mutluluğun
duvağını açmadığından olsa gerek, göz göze geldiği her ortamı âdeta soğuk bir
morga çeviriyor. Cinneti onun cennetidir desek abartmış olmayız galiba. Ve bu
yıkıcı tip, temas ettiği her şeyi yerle yeksan ediyor. Bizzat elleriyle kurduğu
mahkemenin tek hâkimi var: Kendisi. Kapısı ve koridorları yalnız güçsüze açılan
mahkemenin… Zatı gibi düşünmeyeni ötekileştiriyor. Ötekileştirdiğini ise şeytanlaştırıyor.
Aslında tüm bu yaşananlar, bizzat kendisinin evreni, şeytanın bak ve gör dediği
yerden seyre dalmasından kaynaklanıyor.
Yani bu
sesin görme melekesinde problem var. Çevresine hakikatin gözleriyle değil,
sanal âlemin gözlükleriyle bakıyor. Uzağı seçemediği gibi önünü bile görmekten
aciz. Sıkıntının mercekte olduğu vehmine kapılıyor. Ah bir doktora gidebilse
tüm arıza giderilecek. Oysa gönle düşmeyen bir görüntünün optiğe yansımayacağını
da bilmiyor.
Gezegeni tekinsiz bir mecraya dönüştüren bağırgan
güç, son yüzyıldır bizleri, düştüğümüz kuyudan ancak bilim ve teknolojinin
kurtaracağına ikna etmeye çalışıyor. Söylemleri önceleri iştahımızı kabartıyor
lâkin zamanla şevkimiz bir balon misali sönüyor. Zira makamı, gücü ve
teknolojiyi eline geçiren kendi yaşam alanını genişletip yekdiğerine hayatı dar
etmekten başka ne vaat ediyor?..
Tüm bu
olumsuzluklar yaşanırken âdeta cereyanda kalan insanlık, neden kapıyı yahut
pencereyi kapatmıyor? Buna cesaret mi edemiyor yoksa takati mi yok? Bilakis bir
akıl tutulmasının yanında zihnini ve kalbini devre dışı bıraktığı, çıkışı
bulamayacağını bile bile hep aynı istikamette soluklanmadan yürüdüğü aşikâr.
Anlaması
lazım artık! Dünya bir yangın yeri ve söndürülmeyi bekliyor. Kurtarılmayı
bekleyen beden bizzat kendisine ait. Bunu idrak etmesi için daha ne kadar bedel
ödemesi gerekiyor? Onu alevlerin arasından aklıselim bir muhakeme veya muhasebeden
başkası çıkarabilir mi sizce?
Söyleyin, böyle kolay mı
olmalıydı teslimiyetimiz? Bunca yıkıntının arasında ihtişamla yükselen bir bina
gibi insanlığımızı ayakta tutabilmek için kanımızın son damlasına dek vuruşmamız
gerekmez miydi? Bir ekin başağı misali ezilmeyi hak etmemişti bedenimiz.
Peki, biz ne
yaptık?.. Hasmımızın süngüsünün parlaklığından
ürküp, onun adının geçtiği her ortam pusmamız için yetti bize. Böylece hiçbir
dirayet göstermeden mevziyi terk ettiğimizden mevzuya da bigâne kaldık.
Belki de
evreni meleğin “bak ve gör” dediği yerden seyretmenin zamanı geldi de geçiyor.
Hadi! Daha önce hayata ve insana dair umudumuzu her yitirdiğimizde içimizi
tekrar tekrar insan sevgisiyle dolduran, evimiz eşiğinden bacasına kadar yandığında
bizleri küllerimizden yeniden doğurtan, kanatlarımız kırıldığında bize kol
kanat geren o sese kulak verelim…
Fırat KÖKLEN
(Ayarsız Dergisinde Yayınlanmıştır)
Yorumlar
Yorum Gönder
Lütfen yorumlarınızı bizimle paylaşınız. Yorumlarınız bizler için çok değerli. Onaylama işlemi zaman alabilir. Hakaret içeren yorumlar onaylanmayacaktır.