DÜŞTÜM
Sessiz bir karanlığa düştüm…
Işıklar
içinde bir yüzüm, olabildiğine gürültülü bir sesim vardı. Sesim herkesten gür
çıkar, etrafımda saçma sapan konuşan herkesi bastırırdı.
Güneş,
kimsenin satın almaya gücünün yetmeyeceği altın bir tepsi gibi ışığa boğardı
gözlerimi. Hiçbir açık arttırma ona paha biçemez, hiç kimse elindeki balçığı
süremezdi onun yüzüne. Şehirlerime saçılan ışık hüzmeleri, parmak uçlarımdan
kalbime kadar bütün bedenimi ısıtırdı.
Boşa
harcamaktan hiç geri adım atmadığım zaman; öyle hızlı giderdi ki gözlerimin
önünden hiçbir koşucu, hiçbir otomobil yetişemezdi onun tozuna. Saatler,
günler, haftalar birbiri ardına sıralanan tren vagonları gibi kayıp giderdi evrenin
sert, çelik raylarının üzerinden.
Ben, acıktığımda
hemen karnımı doyurmazdım. Önce gözlerim doyacaktı! Her yemekten önce özenle
hazırladığım, belki de hiç yemeyeceğim süslemeler masamın en başında yer alır,
tabağımın yanında bulunan soslar bir el atımı uzağımda olurdu. Ellerim her şeye
uzanamasa da gözlerim, cennetten bir köşe masamın her köşesini görecekti. Ama
bu yetmez! Ne yediğimi tüm sosyal medya takipçilerimin de görmesi gerekirdi!
Vefa
duygusu yakınımdan geçmezdi! Benim dostum olmaz, yalnızca çıkarım için yan yana
geldiğim insan kalabalıklarına sahip olabilirdim. Ne zaman dara düşsem, başım
sıkışsa ilk önce onlardan tekme yer, onlar tarafından satılırdım.
Satın
alamayacağım kimse yoktu! Sen, o veya bir başkası… Kimin suratına baksam ilk
önce üzerinde fiyatının yazdığı etiketini görürdüm. Başarısının, tahsilatının
benden iyi olması hiçbir anlam ifade etmez, eşit olmayan kollara sahip terazim
hep benim tarafıma doğru diz çökerdi.
“Din,
toplumların afyonudur.” diyen Karl Marx, benim hayatımı görse sözlerine “Dindar,
en büyük yalancıdır.” cümlesini eklerdi. Çünkü ben, Tanrı’nın ismini onun en sevmediği
işlerin başında kullanırdım. Onun ismini andığım her an, insanlar tarafından
daha güvenilir gözükürdüm. Her istediğim hemen oluverir, ne dersem emir
niteliğinde kabul edilirdi. Yanlış anladığım ve yanlış tanıttığım bu din, bana
cenneti dünyada sağlardı.
Yargı, şu
sağ avucumun içinde bir yerlerdeydi. Yargıçlar, benim maaşını verdiğim
çalışanlarım gibi iki dudağımın arasından çıkan her şeyi yapmakla mükellefti. Canını
yakamayacağım hiçbir haklı, ücra yerlere süremeyeceğim hiçbir gariban yoktu.
Düştüm… Sizin
karanlık olarak isimlendirdiğiniz ışık kaynaklarına muhtaç olduğum bir
sessizliğin içine düştüm.
Şimdi başım,
iki elimin arasında sıkışırken benliğim, içimdeki Ludovico sandalyesinde can
çekişiyor. Alex’ten aldığım el, kötülüğü davranışlarıma o kadar işletmiş ki damarlarımda
dolaşan ilaçlar midemi çamaşır gibi sıkıyor.
Kimsin
sen, ne iş yaparsın, nerede yaşarsın, dediğinizi duyar gibiyim. Aslında ben de
tam olarak tanımlayamıyorum kendimi. Sizin, her 365 gün sonunda başa sardığınız
yıllara veya her 7 günün sonunda yenisini başlattığınız haftalara göre değişir
benim benliğim.
Kendim
hakkında bildiğim tek şey; şu an ahlakı, şerefi enkaz altında kalmış bir müteahhit
olduğumdur. Yarın veya daha sonra bir mühendis, doktor veya tüccar olmam işten
bile değildir.
Etrafına
dokundukça kandan izler bırakan ellerimin sizlere yazacağı son sözler
şunlardır:
Hiç
izleyemeyeceğim haberlere, hiç okuyamayacağım manşetlere düşmüşüm çok mu?! On binlerce
masum insan toprağa, küçücük bedenlerdeki kocaman hayaller suya düşmüş.
Şerefim,
ahlakım enkaz altında. Sesimi duyan…
Enes
COŞGUN
Düştün mü, düş müydü gördüğün? Bilmiyorum ama hepimizin duygularına tercüman oldun Enesim. Duygularımızın bile düşebilirliğini gösterdin bize. Harikasın. Hepimize yeniden geçmiş olsun.
YanıtlaSilTeşekkür ederim hocam. Keşke bir düş olsaydı her şey...
Sil