PİS LEŞ
Kim bilir, kimdendik; hiç bilemeden, ana rahminin sıcaklığına düşüverdik. Katran karası bir kışta… Anam anaydı, biz ciğer… Vakit dar, günler çetin, geceler ölüm soğuğu… Yurdumuzu da yuvamızı da yapardı elbet. Boşa ana demedik. Zor olmadı tezden bir kovuğu vatan bellemek…
Biz,
cenin halimizle büzüşüp sokulurken birbirimize, kulakları yolup atan ayazlarda…
Ona da kıvrılıp tortop olmak, her gece üç beş nöbetlerini tutmak düştü. Kollar çaprazda…
Ah, bir de üşümeseydi burnunun ucu, yanmıyordu ne o kadar titrediğine ne de
savrulan tipiye!..
İrileştikçe
biz rahminde, sarkmaya başladı karnı. Kanı iliği cümbür cemaat sömürüldükçe, kesilmeyeyim
diye ferden, fır dönerdi dört bucağı.
İlk
durağı çöpler olurdu hep. Gerçi mekânın sahibi yaban itler fırsat vermezdi
çoğunca. Yine de ısızlatıp gözlerini yumulurdu konteynerlerin atık
cennetlerine. Artık Allah ne verdiyse… İlle bayat ekmekler… Kim atardı oralara
acep? Öpülüp başa tâc edilen nimetler çöple yeksan…
Hele
kasap önleri… Sultan sofralarına denk… Anam bu ziyafetten kalmamak için geri,
yazının yabanın eşkıyalarıyla az mı düello etmişti dişler tetikte…
Giderek
daha mı cesur olmuştu, ne?!.. Evet, öyleydi; eminim. Gayrı ona gelsinler de
uyuzun teki desinlerdi hadi!.. O yoktu artık, biz vardık. Şenlendirmesek de
ocağını henüz bedenen…
Bir
de güzelleşmişti ki, sormayın gitsin! Eski cılızlığından kalmamıştı hiç eser.
Sahi, dişiler gebe kalınca hep böyle güzelleşmez miydi?..
Ağırlaştı
anam. Zor taşır oldu bizi. Silme süttü şimdi eski sarkık memeleri. Duramaz
olmuştuk artık. Gün gelip çatmıştı.
İt
bağlasan durulmaz bir kovukta biz duruyorduk canıgönülden. Vakit saat geldi.
Merhaba dedik hayata birer birer… Bir şafak yakını… İmamlar aynı anda okudular
kulaklarımıza ezanları.
Yumuk
olsa da gözlerim, anlamak zor olmadı iki gardaşımın bizi dünya gözüyle görmek
istemeyişini… İlk lohusalığını yaşayan anamın damağında şimdi iki acı birden
vardı peşin peşin.
Oysa
ne de hevesliydi garibim… Hepsine yetecek sütü, şefkati, çabası vardı. Vardı
var olmasına da ağıt yakmaya lüksü yoktu. İnançlı kollarıyla basıp yumuşacık
bağrına bizi, sütüyle beraber merhametini de emzirdi anam. Canı sağ olası…
Midemiz dolarken gönlümüz boş kalmasın diye…
…
Çabucak serpilmiştik. Birkaç güne açınca gözlerimi altı saydım benimle beraber
kovuğu. İlk doğan Alaca verirdi
genelde sayıp kovuk tekmilini anama. Ne de olsa er kişiydi. Kıvrık, siyah uçlu kuyruğu,
geniş göğsü, gür havlamasıyla açık ara liderdi. Onu diğer erkek gardaşlarım Kırçıl ile Karatop izlerdi. En evvel süt emmek onların hakkıydı. Ben, iki
bacım Kızılsırt ve Gökgöz, sıramızı beklerdik
sorgulamadan. Kainat yaratılalı beri er kişi hep önde değil miydi?.. Bir dişi
gelirken dünyaya, bahtı ev sahibi olarak onu karşılamaz mıydı zaten…
Aradan
belki kırk gün geçmişti. Koşmak, zıplamak, boğuşmak, ısırmak en büyük eğlencemiz
olmuştu. Şafak yakını gökler, sıyırıp atmaktayken nazlı gecenin tüllerini, önce
tedirgin, ürkek; sonra kendinden emin adımlarla hüzmelerini kondurdu güneş
yeryüzü otağına… Anam, azık bulmak için olacak, yine yoktu yanımızda. Havada o
güne dek hiç tatmadığım bir koku, yabanıl bir ses vardı. Bir türlü
anlamlandıramıyordu bu işin piri olan zihnim bunu. Yavaş yavaş aydınlanıyordu
zihnim ağaran güne eş. Anamın anlatımları, genlerimdeki kodlar, duyularımın
ortak aldığı karar gereği yaklaşan cismi tanımlayabildim nihayet: İnsandı.
Haber
ettim kovuk halkına. Alaca, hırlayarak beni arkaya köteledi. Boyuna posuna
bakmadan ürüdü; ama yürümedi de. Diğer gardaşlarımla birlikte topyekûn teyakkuz
halindeyken elindeki bir parçacık ekmekle niyetinin barış olduğunu fark etmemiz
güç olmadı.
Sanırım
yoldan geçerken duymuştu sesimizi. Kestaneye çalan saçlarını savurarak soluğu
yanımızda aldı ela tatlısı bir çift göz. Yüreği sanki göğsünde değil, kalağımda
atıyordu. Apaydınlıktı yüzü tüm kirlerine rağmen. Elleri yumuk yumuk, boğum
boğum oyun kokulu parmaklar. Öyle baygın bakışları vardı ki… İşte o an yüreğime
kurulup kapı bacayı da sürgülemişti çoktan.
Boynuma dolanan cılız kolları, canıma can katan okşayışları, bizi
birbirimize ulayıp urgandan kördüğümlerle örüyordu.
Oysa,
o güne dek adını çok duymuştum bu canlı türünün. Karşımda gördüğüm,
anlatılanlara hiç benzemiyor, insan ırkıyla ilgili tüm ön yargılarımı, kaygı ve
korkularımı söküp atıyordu derinden. Anam, yaramazlık etmeyin, çabuk uyuyun,
diye korkutmuş olacak herhal masallarla. Hayvanların, canlıların, tüm doğanın
canına okuyan o gaddar, bencil, vahşî ırk bu olamazdı.
İşte
şu dokuz yaşlarındaki sarışın dostumun katıksız sevgisi, her birimizi içine
sokarcasına bağrına basışı, arada bir gelip bizi yoklayışı… Bütün bunlar anamın
dostum üzerine hâlâ devam eden ikna çabalarını da bir yel gibi esip götürdü. Bir
lokmacık ekmek olmasa bile, çöl sıcağı bu ellerin temasıyla verilen rüşvetin
karşılığı olarak saatlerce dostumla oynuyordum. Alabildiğine cömerttik ikimiz
de. Gardaşlarımı, hatta anamı da sevse dostum, bizim aramızdaki bağ bambaşkaydı
işte…
Dostum
son zamanlarda eskiye göre daha seyrek geliyor, anamın da son zamanlardaki
hoşgörüsünden cesaretle, beni kucağına alıp daha uzaklara götürüyordu. Önceleri
yarı yola kadar beni gözleyen anam her seferinde beni dostuma karşı mahcup
ediyor, gururumu kırıyordu. O gün ilk kez saygıda kusur ettim anama, öf, dedim;
bırak peşimi!... İncindi, kırıldı şefkat kaynağım. Gerisin geri dönüp gitti
umarsızca. Çoluk çocuk değildik artık. Er kişi olmasak da bizim de bir
delikanlılığımız vardı. Hem yanımda dağ gibi dostum ne güne duruyordu.
Göz
göze geldik dostumla. Gezinti var mesajını almak hiç de zor olmadı yıldız
yağmuruyla yıkanmış iki ela dünyadan. Daha başka şeyler de okudum bakışlarında:
Çokça sevgi, bir parça kıskançlık, bir tutam hırs, iki ölçek de kaygı… Bunları
tek tek görüp not ettim zihnimin tariflerine. Sormadım daha da ötesini. Yanında
olaydım da tek, ne olursa olaydı gayrı…
Bu
kez, sarılması, tekrar tekrar öpmesi; tüylerimi, kulaklarımı okşaması başka
türlüydü. Yumuk eller, sanki bir herif eli kadar daha da büyümüş, kirli parmaklarının
ürkekliğinden eser kalmamıştı. O an anladım: Sahiplenilmiştim.
Yüreğimdeki
duvar saatinin sarkacı sağ sol vururken ben de “gel/git”ler yaşıyordum. Vakit
ilerlemiş, ardımızda bıraktığımız yol yumağı epey sarılmıştı. Kararlıydım,
tercihimi dostumdan yana kullanmıştım.
Bu,
ana ocağından hem ilk hem de son ayrılışımdı. Ya gardaşlarım?.. Alaca, Kırçıl,
Gökgöz… Özleyeceklerdi, özleyecektim. Yüreğim cam kırığıyla tıka basaydı. İçime
çağladığım gözyaşlarım sızmasın diye dışarı, kırmamak için hevesini… Daha bir
istekle atıldım, sarıldım kollarına, boynuna…
Dostum
yeni yuvamda hiç aç, açıkta bırakmadı beni. Sefil etmedi. Sevdası, oyunu
cilveleri de cabası… Gündüz arada bir gezip gelsem de, akşamları evde olur
beklerdim onu edebimle. Günler böyle geçip giderdi.
* * *
Bir
gün çok solgun geldi. Yanağında kahkahayla gülen gamzeli güller, yerlerini
kirli sarı ham ayvalara bırakmıştı. Sesi boğuk, bakışları yaslıydı. Ellerinden
bu kez sevginin değil hastalığın harareti yayılıyordu bana. Kötü kötü
öksürüyordu. Hastayım, dedi. Üzme sen canını. Al işte, burada irice bir çıkın
ekmek, bir koca kap da su. Belki yarın gelemem; ama öbür gün muhakkak gelirim.
Meraklanma. Kusuruma da bakma, dedi.
Değil
bir gün, kaç gün oldu bilmiyorum, bekledim. Ay ve güneş vızır vızır devir
teslim ediyordu hükümdarlıklarını birbirine. Gözlerim yollara çakılı kaldı.
Yine de gelmedi dostum. El kadar boyumla çatı ayazlara bir başıma kafa tuttuğum
gecelere inat, yumak ellerin bağrımda yaktığı ateş kavuruyordu iliklerimi.
Bulacaktım
onu, mutlaka bulmalıydım. Kurulmuş bir yay gibi fırladım inimden tan
kızıllığında. Birlikte yürüdüğümüz, koştuğumuz her yeri adımladım. Yoktu.
Çaldığım her kapı yokluğa açılıyordu.
Son
bir ümit kırıntısıyla onu veda gecesi gözden kaybettiğim sokağa daldım. Bir
anda… Acı bir fren!… Kulaklarım patlatan o ses… Bir anda her yer, her şey
kaskatı kesilmiş, adeta havada asılı kalmıştı. Beynimde tarifsiz bir uğultu… İç
organlarım sökülüyor, gözlerim kararıyordu. Damarlarımda dolaşan kan değil yakıcı
bir ayazdı. Yüreğimden ılık bir şeyler sızıyordu. Azar azar eksiliyor, yavaş
yavaş küçülüyordum sanki.
Neler
oluyordu? Anlamıyordum. Ben mi yerden yükseliyordum, yoksa her şey bir anda
benden uzaklaşmaya, alçalmaya mı başlamıştı? Köpekler hem koşar, sıçrar hem de
uçarlar mıydı acaba? Anam süzülmek kuşlara vergili derken yalan mı
söylemişti?..
Yerden
ağıp yücelere, apak bir pamuk gölünde karar kıldım. Şimdi sırtımı yasladığım
bulutlar değil, dostumun yumuk elleri; boğum boğum, mis kokulu kirli
parmaklarıydı sanki. Öyle huzur doluydum.
Birden
irkildim!... Hayır, tepeden gördüklerim doğru olamazdı!.. Bir araba beni ezmiş,
tekerin altında bir külçe haline getirmişti. Ağzımdan ve burnumdan akan taze
kanım, toprakta küçük bir çamur oluşturmuştu. Yarı aralık gözlerimde sanki
hüzün veya acı değil, özlemle karışık bir sitem vardı.
Şoför
ağzında bir araba küfürle sövüp sayıyor; içinde “it, kaza, kaporta, masraf”
geçen sayısız cümle kuruyordu. Öfkeyle burnundan soluyor, hırslı kara gözleri
kanlanıp sulanıyor, saman sarısı dişleriyle konuşup anlattıkça iri göbeği bir
körük gibi kalkıp iniyordu. Olayı duyup gelen mahalleli, önce arabaya, sonra
adama acıyor, bin bir çabayla onu teselli etmeye çalışıyorlardı.
Bütün
bunlar gerçek olamazdı. Yine o kâbuslardan biriydi besbelli ki yaşadığım…
Birazdan uyanacak, yine dostumun şefkatli kollarına atılacak, o yumuk kara
ellerin, kirli tırnakların tertemiz havasını genzime çekecektim.
Olmadı
bu kez. Uyanamadım ne bu kâbustan. Ne de anama inat, insan üzerine kurduğum
hülyalardan. Çünkü şu birkaç aycık ömrüme sığdırdığım hiçbir hatıra, insan
dostlarımın yüreklerinin paslı, vicdanlarının hasarlı, duygularının da hatalı
olduğunu gösterememişti bana.
* * *
Arabayı
sanayiye, parçalanmış cesedimi de bir kenara attılar. Sonra birileri geldi, iğreti
bir çukur kazdı. Suçlu bacaklarımdan tutup her yerinden kan sızan bedenimi
tiksintiyle o çukura fırlattılar. Öfke kıvılcımlarıyla tutuşturdukları
bakışlarını kaçırarak benden, üzerimi toprakla kapadılar. Sonunda beni var eden
bu yumuşak maddenin koynuna, toprağa iade edilmiştim işte. Oysa hiç
bilmeyeceklerdi aslında beni değil, onları çıkarsızca seven can dostlarını,
beraberinde de insanlıklarını gömdüklerini.
Geç
de olsa anlamıştım anamı. Beklentisiz sevmek, evrendeki en pahalı duyguydu.
Aynı anda birbirlerine doğru hareket eden kalpler, satteki hızları kaç km
olursa olsun, ancak aynı noktada buluştuklarında anlam kazanabiliyordu bu yüce
his. Bu yolculuk için benim adıma bilet, daha biz doğmadan evvel kesilmişti,
hem de birinci mevkiiden. Gel gör ki ben, karşımdaki yolcuya bilet alamayacak
kadar yoksuldum.
O
an, neler vermezdim dostumu son bir kez görmek… Ellerinden bir parça şefkat
dilenmek… Benim için gözyaşı dökmese de o ela gözlerinde donmuş iki damla
olabilmek için…
Tören
bitti. Ötelerden çirkin bir ses merakla sordu:
—
Hayrola, o da ne ki?..
Beriki:
— Hiiç
canım. Pis bir it leşi!...
Adem KURUN
Muhteşem bir hikaye okudum. Köpek yavruları gözünden insan türü!..
YanıtlaSilÇocuk ve köpek yavruları ilişkisindeki masumiyet ve sıcaklık!
Köpeklerin de ebeveyn tecrübeleri ile yavrularına yansıttıkları zalimliğimiz ve nobranlığımız!..
Emeğine sağlık Adem hocam.🙏
Estağfurullah Hoca'm, beğendiyseniz ne mutlu bana...
YanıtlaSilMuhteşem bir anlatım olmuş hocam, kaleminize sağlık. Bakış açımızın yönünü değiştirip bilinç kazanmamıza vesile olduğunuz için de çok teşekkür ederiz.
YanıtlaSil"Bütün insanlar suçlu değildir ancak bütün hayvanlar masumdur."
Öncelikle çok teşekkür ediyorum sevgili Enes kardeşim. Elbette; tam da onu vurgulamak istedim. Seni geç tanımış olsam da sıkı bir takipçinim bu arada:)
YanıtlaSilBen de size teşekkür ederim hocam. Çok gurur duydum. Sizler gibi örnek hocalarımızın sayesinde üretkenliklerimizi ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Takipçiliğimiz de karşılıklıdır. 🙂
SilBilmukabele kıymetli kardeşim.
YanıtlaSil