BEN, DÜNYA ADLI BU CEHENNEMİN ZEBANİSİYİM.
Bozkır kültürü, aralarında kan bağı bulunmayan kişioğullarını yağı ilan ederdi. Babam Yesugay Bahadır, varlığını kılıca ve güçlü bir iradeye bağlı idame ettiren bu yasanın tutkulu bir savunucusuydu. Sevginin zayıflık hatta bir kandırmaca olduğuna inanırdı. Ona göre Görklü Tanrı’nın yarattığı en önemli cevherler: Kandaşlık ve andalıktı.
İçine doğduğumuz coğrafyanın, birçok budunu cömertçe
emziren dolgun göğüsleri; zamanla sarkmış, sonra çevresindeki tüm suları bir
vakum gibi içine çeken Gobi Çölü’ne dönmüş ve kurumuştu. Kavurucu sıcakla dondurucu
soğuğun kardeş olduğu bozkır, âdeta kişioğullarına sert mizaçlı olmayı emrederdi.
Nasıl ki; çatlamış toprak suya, bir
bilge ilme doymaz, o da taze kan kokusuna doymuyordu. Ve acunu havsalasına
sığdıramayan kara buduna ayak bastığı bu topraklar, dar gelmeye başlamıştı. Aralarında
sık sık yağmaların ve savaşların yaşanması da bu yüzdendi.
Biz Moğolları en iyi betimleyen kelime
göçebelikti. Sizlerin nazarında bu durum bir mekâna ait olamamak ya da bir toprağa
tutunamamak şeklinde yorumlanabilir. Ancak biz aksakallarımızdan işittiğimiz
destanlarla, coşkuyla tellerine dokunduğumuz kopuzlarla, at sırtında
söylediğimiz yırlarla güçlü bir hafızanın mimarlarıydık. Çok sayıda yakın çektiği
“kibitka” adlı çadırlarımız, kültürel belleğimizi bir yerden başka bir yere taşıyan
köprülerdi.
Şaman Hada Koca’dan duyduğum kadarıyla Görklü
Tanrı’nın gönlü kişioğullarının yalnız kalmasına razı değilmiş. Bu nedenledir ki,
biz Moğollar’a yıllar yıllar önce bir bozkurt göndermiş. Ona evdeş olsun diye de
süt renginde, güzel gözlü dişi bir maral yaratmış. Derken bu sevi ağacının bir meyvesi
olmuş, adını “Bataçi Han” koymuşlar. O, benim ilk atammış.
Bu
çetin coğrafyada bir er, bir kadını evdeş kılmaya niyetlenirse onu hak etmeliydi.
Hak etmekten kasıt, gerekirse bu uğurda uruşmayı da göze almak demekti. Zira bizdeki
“kadın” figürü, dişi bir kuş misali oguşunu ayakta tutan ve oguşunun içinde
yaşayacağı çadırı ilmek ilmek ören bir özneydi. Aynı zamanda o; hayvanların
tımarı, kısrak sütünün kımız yapılması… vb. işlerin yalnızca emek kısmında
değil, kurultayda hanın hemen yanı
başında yer bulabilecek kadar da başroldeydi. İster sıradan bir Moğol nökeri
isterse bir noyan olsun; kim bir kadını figüranlığa düşürürse aslında herhangi
bir ücret ödemeden kendine iki şeyi satın alacağının ayırdındaydı: Yağılarca
boyna geçirilecek bir bukağı ve tini tamuyu boylayacak kokuşmuş bir beden.
Bir Moğol budununun reisi olan babam Yesugay
Bahadır, günlerden bir gün Merkit beyine ve onun Umay Ana’yı kıskandıracak güzellikteki evdeşi Helin’e rast
gelmiş. O an, Burhan-Haldun Dağları’ndan kopan bir kıvılcım yuvarlanarak yüreğine
düşüvermiş sanki. Kıvılcım büyümüş büyümüş od topuna dönüşmüş. Babam, ormanda
yolunu kaybeden çocuk misali kadının yeşil gözlerinde kaybolmuş. Öyle ki, Helin’i
çadırına alabilmek için acunu alazlamaya razıymış.Neticede onu almış almış olmasına da Merkitleri
hem kendine hem de budununa yağı ilan etmiş.
Anam Helin Hatun bir Türk’tü. Yani esaret konusunda
ihtisası olmayan bir buduna mensuptu. Belki
de bu yüzden, yaşam boyu bir cenk meydanında ölmeyi sıcak bir döşekte ölmeye
yeğlemişimdir. Anamın söylediğine göre sağ
elimin ayasına bulaşan bir kan pıhtısıyla doğmuşum. Babam Yesugay Bahadır münadilere, onlar da tüm şamanlara duyum
salmışlar. Acaba bu hal, bir lanetin mi yoksa bir muştunun mu imiymiş?
Şamanlar, bizim için kutlu bilinen Onnon Nehri kıyısı ve Tanrı Dağları’nın
eteklerinde Görklü Tanrı ’ya diz kırıp alkış tutarak önlerindeki kemiklere bakarak
istikbalimi öngörmüşler. En isabetli tahmin Hada Koca’dan gelmiş. Doğumum,
Moğollar adına bir kutmuş. Ben, yeryüzünde mamur tek bir şehir
bırakmayacakmışım. Acunu yalnızca şeftali ağacından ve yak boynuzundan
çenttiğim oklarla yahut kendilerine yapışık nefes aldığım atlarla değil, keskin
usumla yeniden kuracakmışım.
Biz Moğollar ’da bir balaya ad koymak oldukça önem
arz ederdi. Çünkü ad, kişioğlunun
karakterine yön veren bir pusulaydı. Tutsak ettiği bir Tatar asilinden
esinlenen babam Yesugay Bahadır, kulağıma
“Timuçin” diye ünlemiş. Kim bilir, göz bebeklerine mert bir yağı, namert bir kandaştan
daha kıymetli görünmüştür.
Ben Timuçin, beşikte ya da bir kundakta değil,
at sırtında büyüdüm. Kocamışların sığır derisinden kamçı, ayı ve keçi derisinden
de kıyafet yaptıklarına tanık oldum. Onlardan, tekinsiz bozkırın ayaz
gecelerinde yağıya im olmasın diye od yakmamak gerektiğini belledim. Zira tenlerimiz,
bu nedenle soluk beyazmış. Bununla birlikte yüzümüzü ustura olup kesen soğuktan
koruyabilmek için kuyruk yağına ve bitki köküne bulamalıymışız. Temel yiyeceklerimiz;
et, yağ ve sakatatı kiler sandıklarda uzun süre saklamamız mümkünmüş. Eğer etin
şöyle yumuşacık, lif lif olmasını istiyorsak onu eyer ile atın sırtı arasına iyice
sıkıştırmalıymışız. Bir er, şu acunda tek başına bir hiçmiş. Bir an önce kendime
hem bir evdeş hem de nökerler edinmeliymişim. Ancak ara sıra da “ Kişioğlu için
kendi gölgesinden daha sâdık bir dost yoktur.” cümlesini hatırıma getirmeliymişim.
Aslında devasa bir kütüphanenin tozlu raflarından yıllarca kazanamayacağım
hayat tecrübesini, kocamışların tedrisatında kısa sürede kazanmıştım.
Bir gün, Cacirat Beyi’nin oğlu Camuka ile anda
olmaya karar verdik. Bana sorarsanız andalık; yalnızca avuçların bir çakıyla
derinden kesilmesi, akan kanın kımız dolu bir kaba damlatılması ve bu karışımın
tepeye dikilmesi değildi. Acuna aynı pencereden bakan ve aynı ülküyü gören bir
yüzde iki göz olmak demekti. Evet, demirsi bir tadı olan bu karışımla derin bir
esrikliğin kuyusuna düşmüştük. Bu, öyle bir esriklikti ki; daha önce
aksakallardan işittiğim, er kişinin aklını örten kadın ve şarap esrikliğine hiç
benzemiyordu. Bilakis onunla birlikte aklımızı kapatan tüm kapılar, ardına
kadar açılmıştı sanki. O an, çocukluk ve gençlik yıllarımın en sâdık dostu
olacak Camuka ’nın, yetişkinlik yıllarımın en azılı yağısı olacağını kestiremezdim.
Bu, ayazıyla
çelikleştiğim bozkırda geçen onuncu bahardı. Artık bir oguş kurma yaşım gelmişti.
O sıralar, yüz hatlarını bilmediğim sesini dahi duymadığım “Umay” adlı bir
güzelin rüyalarımı süslediğini, babama söyleyemedim ama sizlere söylemeliyim. İn miydi yoksa cin
mi bilemiyorum! Hem bunun ne önemi var? Lakin babam Yesugay Bahadır’ın elindeki
kalemle önündeki deftere Dey Seçen’le kap olmaya, kızı “Börte” yi de çadırıma sokmaya dair bir
senaryo yazdığından haberim yoktu.
Babam, bir gün beni müstakbel kayın atamla ve
evdeşimle tanıştırmaya götürdü. Börte’yle göz göze geldiğimiz o kutlu an, Görklü
Tanrı’ya ne denli diz kırıp baş kessem, ne denli kısrak yağış etsem azdı. Bu kız,
bakışlarıyla buzulları eritecek cinsten
bir alev topuydu. Ve ben hemen oracıkta erimiştim. Hele konuştuğunda yüreğimde
çağlar açılmış, çağlar kapanmıştı sanki. Bir ara babamın, Mete’nin ıslıklı okuna
dönüşen kararlı yüzüne hayranlıkla bakarak “İyi ki!..” dedim.
Benim için güzel günler,bir kelebeğin ömrü
kadar sürmüştü. Felaketler, oguşumuzda bir salgın hızıyla yayılmıştı. Önce babam, Tatarlar
tarafından ağulandı. Onu sağaltmak için budunun en mahir otacıları başucunda
toplandı. Ama artık çok geçti. Babam uçmağa varmıştı. Onu, orununa yakışan bir
şekilde yoğlayıp Görklü Tanrı’nın yanına uğurladık. İşte tam da bu sahnede
kendi kendime söz vermiştim. Son Tatar erinin tini tamuyu boylayana dek, mücadelem
sürecek ve onlara hak ettikleri kıyını ağır bir şekilde kesecektim. Zira
ayağınızı kanatan bir dikeni gücünüzün yettiği bir zamanda toprağından söküp
çıkarmazsanız, diken derine kök saldığında sökmek istersiniz fakat bu kez de gücünüz
el vermez.
Küçük gövdeme inat sonsuz bir ufka sahiptim. Bozkır
budunlarını dokuz tuğlu sancak altında toplamak gibi bir dileğim vardı. Kendimi
altın uruğun kutlu temsilcisi hatta yegâne umudu sanıyordum. Yanılmışım. Babam
sağken bana alınlarını dönenler, şimdi sırtlarını çevirmişlerdi. Belki de,
kendilerince haklıydılar. Öyle ya, bıyığı sakalı terlememiş hayalperest bir çocuğun
ardından gitmek için ancak deli olmak gerekirdi. Ah! Tarihi, delilerin
değiştirdiğini bir bilselerdi.
Taigutların
reisi muhteris Targutay, babamın uçmağa varmasıyla oluşan otorite boşluğunu iyi
değerlendirdi ve beyliğini duyurdu. Şimdi koca bir budunun kader yazgısını, tüm
bir keçiyi çiy çiy kemirmişçesine iğrenç kokan nefesi ve sapsarı dişleriyle sırıtan
bu aşağılık yaratık mı belirleyecekti? Güdülmeyi sevmeyen, nizamdan intizamdan hoşlanmayan Moğol erleri
bu gudubete boyun eğmezlerdi. Targutay, psikolojik cenkin tüm manevralarını
üzerimde denemeyi ihmal etmedi. Küfürler, hakaretler… Oysa ne zaman baskılansam
veya öfkelensem gözlerim yaşarır hatta kan çanağına dönerdi. Boynuma bukağı vurduğu
an da gözlerimdeki yaşın ve kanın sıcaklığını iliklerimde hissetmiştim.
Bu arada anam Helin’in kaçırılmasını
yıllardır hazmedemeyen Merkitler, evdeşim Börte’yi kaçırıp tutsak ettiler. Yüzbaşı
Tarduş’la zorla evlendirmişler. Siz söyleyin, evdeşini başkasına kaptıran bir
erin gölgesi toprağa düşer mi?
Kozalakların maharetli birer Türk kadını olup
halı dokuduğu orman; çam kokar, meşe kokar. Hele, kuş cıvıltılarının inşa
ettiği salıncakta kim sonsuza dek sallanmak istemez ki? Oysa bozkır öyle midir?
O; Kan, safra, idrar, tezek, duman ve ihanetten mürekkep tıkanmış bir lağım
çukurudur. Hadi, tıkanıklığını giderdin diyelim, etrafa nüfuz eden kerih kokuyu ne yapacaksın?
Gözlerimi; yağmacılık, kölelik, cinayet ve
adam kaçırmanın kol gezdiği bir yerde açtığımdan olsa gerek, ruh köklerimi
sevgi değil, öfke sulamıştı. Hem insan yaşadıklarının toplamı değil midir? Ben,
burnu ve kulağı kesilmiş ağulanmış bir babanın, tutsak edilmiş ve ırzına
geçilmiş bir evdeşin aynı zamanda aşağılanışın ve hor görülüşün toplamıydım.
Dolayısıyla “acımak” denilen his, bende çoktan ölmüştü.
Yağılarıma yıllardır sabırla biriktirdiğim
kıyının yürürlüğe girme vakti gelmişti. İşe erkeklerin tenasül organlarını keserek
başlıyordum. Sonra fokur fokur kaynayan kazanlarda yavaş yavaş erimelerini
seyrediyordum. Bilhassa, kadınlarının feryatları mest ediyordu beni. Börte’yi
kaçıranlara daha hazin bir son hazırlamıştım. Önce diri diri derilerini
yüzdürdüm. Burunlarını ve kulaklarını kestirdim. “Bu temaşanın en eğlenceli kısmı
nedir?” diye sorarsanız bana, hiç şüphesiz kesilen başları üst üste yığmaktı.
”derim. Zira ne kadar çok baş kesersem, Görklü Tanrı’nın katında ruhumun o
denli yatışacağına inanıyordum. Gök im veriyor ben de ışığa doğru yürüyordum. Ve
Tanrı’yı hiçbir zaman karşıma almamıştım.
Biliyorum, gelecekte vakanüvislerin çoğu
tarafından tarihin çöp kutusuna atılacağım. Kimi beni “şehir görmemiş,
eğitimden nasibini almamış bir barbar” diye kimi de “kan ile beslenen bir imhacı”
diye tanımlayacak.Varsın olsun,ne çıkar?..Yoksa İskender ve Sezar ellerindeki testiden
insanlığa bardak bardak merhamet ikram ettiler de benim mi haberim olmadı?
Oysa ben, yaşamım boyunca yağıya korku saldım.
Ya acunun başbuğu olacaktım ya da acunu içindekilerle beraber yakacaktım. Sadakate merhametle, ihanete kılıçla karşılık
verdim. İçine doğduğum koşullar bir
eğitim almamı engellemiş olabilir ama öğretmenleri, din adamlarını ve eğitim
kurumlarını vergiden muaf tuttum. İdarecilerle koyun çobanlarını bir tutan
kanunlar koydum. Nökerlerimi benliğimden ayrı görmedim. Şehirliler ruhlarını
eşyaya ve paraya satmışlardı. Bense bu tür prangalara itibar etmedim. Üleşte çok pay almadım. Yediğim her aştan, içtiğim her kımızdan Toprak
Ana Ötüken’e, aya ve güneşe serptim. Böylece hem yediğim hem de içtiğim
şeyler bereketlenecekti.
Bugün,
acunun birçok yerinde “Benim”diye sahiplendiğiniz topraklar,aslında benim ayak
izlerimi taşır. Sizler, zekâ geriliği bulunan kişioğullarına sırf bizi
aşağılamak için “Mongol” dediniz. Ancak ne ben, -Gökçe şamanın Cengiz diye
ünlediği- ne de Moğollar,hiçbir zaman birin solundaki sıfır olmadık. Bir çölden
acunun diğer ucuna kadar nökerlerimle omuz omuza at koşturduysam, acunun
neredeyse yarısına hâkim olduysam bu yalnızca kılıç gölgesinin değil, güçlü bir felsefenin de mahsulüdür.Ha,
kiliselerde ve diğer mabetlerde benden korunmak için dualar edip “Allah’ın
belası geliyor. Yine yakacak, yıkacak ve gidecek” dediklerini duyar gibiyim. Onlara söyleyebileceğim son cümlelerim
şunlardır: “Eğer sizler, Görklü Tanrı’ya karşı büyük günahlar işlemeseydiniz, inanın,
ben de bugün “Dünya” diye adlandırdığınız bu cehennemin zebanisi olmazdım.”
Fırat KÖKLEN
( Ayarsız Dergisinde Yayınlanmıştır )
Hocam tebrik ederim. Yine muhteşem bir yazı olmuş. Acaba Cengiz böyle bir biyografisinin yazılacağını da tahmin eder miydi?!!!
YanıtlaSilTeşekkürler Enesciğim.
Sil