TANRI’YI AŞMAK DEĞİL, TANRI’YA KAÇMAK
Kendisini, adını bile bilmediği varoluşsal bir filmin göbeğinde buldu. Bu senaryoya bir kimlik çıkartması gerektiğini düşündü. Ancak isim hanesine “illüzyon” mu yazdırmalıydı, yoksa “gerçek” mi bilemedi! Hem, kendisi bu metnin neresindeydi? Yüzü ekrana kilitlenmiş edilgen bir seyirci miydi; yoksa göz kamaştıran bir başrol oyuncusu mu? Belki görmezden gelinecek bir sahnenin artık rolü düşmüştü kucağına. Peki, bu kompozisyonun hayat bahşedeni kimdi? Onu aşkın bir zihnin gözleriyle mi, yoksa evrene içkin bir tesadüfün elleriyle mi okumalıydı? Ya roller?.. Kurgucu önceden mi dağıtmıştı onları, yoksa uzatılan kartlar arasından herkes kendisine en uygun olanı mı seçiyordu?..
Hafta boyu bu ontolojik sorunsalla boğuştu durdu. “Karamazov Kardeşler” de din ve felsefenin dipsiz kuyularına inerlerken kendilerine sık sık rastladığı iki kardeşin ayak seslerini ruhunun kaldırımlarında hissetti. Sanki bu kaldırımlar keskin bir bıçakla ikiye bölünmüş, bir yarısı soluklanmadan Tanrı’nın cephesine mühimmat taşıyan Alyoşa’nın birliklerine teslim olmuştu. Diğer yarısında ise “Yaratıcı, kalbinin tülünü sıyırıp orayı yüreğe dönüştürmesin” diye kilidi açan tek anahtarı, hayli zaman önce bir uçurumdan aşağı atan nihilist ağabeyi İvan, kuşatma hazırlığındaydı. “Bakalım, filmin sonunda ben hangi cepheye cephane taşıyacağım?” diye kendi kendine söylendi.
Alyoşa, ağabeyi İvan’ın gözlerine odaklanarak;
-Şu evrende yokluğun bile nabzı hissedilip kalp atışı duyulurken, sen binlerce yıldır belleğimizi meşgul eden yaratıcı tasarımcının kurgu olduğunu söylüyorsun. Olmayan bir şey zihinde sahne alabilir mi? Diye sordu.
-Ah benim saf kardeşim! “Kafdağı, Pamuk Prenses, Rapunzel…” gibi masal kahramanları ve “pi sayısı” da yok ama zihnimizi oyalıyor. Unutma, O seni yaratmadı sen Onu yarattın. Zihninin rahmine tutunup vücut bulsun diye kapıyı ardına dek açtın. Onu nöronlarının kordonuyla itinayla sen besledin. Sonra kucağına kocaman bir hayal doğdu Alyoşa.
-Yanılıyorsun! Bir beden taşımıyor diye yaratıcıya “yoktur” diyemeyiz. Sözlerinden akıl çapının genişlediğini anlıyorum. Ancak başına bir nörolog müdahale etse inan beyninin kıvrımları arasından doktorun neşterine bir gram akıl bulaşmaz. Söyler misin bana korkunun ve stresin afro saçları, gülünce ortaya çıkan gamzeleri mi var? Ama bedenimizdeki birçok hastalık bu iki piste iniş yapıyor.
- Demagoji yapıyorsun Alyoşa.13,8 milyar yıl yaşındaki kâinatta bu kulaklar sadece “madde, enerji, uzay ve zaman” adlı gerçekliklerin sesini işitti. Bu gözler insan dâhil nice canlı türünün “zaman” adlı katilin silahından çıkan kurşunlarla telef olduklarına tanıklık etti. Sonrası hiç.
-Ne evrenin, ne de doğa kanunlarının bir gayesi vardır. Hepimiz rastgele mutasyonun ve doğal seleksiyonun kundağına doğduk. Tesadüfler tanrısının çocukları olduk. Russell’in dediği gibi “İnsan ne oluşturacağından habersiz nedenlerin ürünüdür. Kökeni, gelişimi, üzüntü ve korkuları, aşk ve inançları atomların birleşmesinden başka bir şey değildir.” Yani anlamlandırmayı derhal bırakmalısın. Tanım ve delil ise yaşam boyu pusulan olmalı Alyoşa!
-Bitkiyi susuzluk insanı ise anlamsızlık kurutur İvan. Her şeyi mekanik bir nedensellikle açıklamak; evrene göz ile bakıp nefesin kadar yakın olanı görememektir. Optik yasalar; görmenin ve ayırt etmenin temelinde yükselir. Aslında onlar Tanrı’nın gözleridir. Çevreni yaratıcının gözbebeğiyle okumalısın, şeytanın gözbebeğiyle değil. Yoksa bilinçsiz atomların Johann Sebastian Bach’ın beyninde o muhteşem bestelere dönüşmesini nasıl açıklayabilirsin? Söyle bana mikroskop ve teleskop pasif kuvvetlerin mi icadıdır? Hem kayısı çekirdeği toprakta yok olup ağaca durması gerektiğini nereden biliyor? Bitkiler, gündüzleri nefesimizden çıkan karbondioksiti oksijene dönüştürmek için kimya dersi mi almışlar? Gün çantasını, valizini toplayıp “Hoşça kal!” demeden, gece o ortama gelmeye cesaret edebiliyor mu? Dolayısıyla Tanrı, canlı cansız her şeyin hedefini göstermiş İvan. Gerçi saydıklarımın çoğuna “pasif maddenin zorunluluğu”, “içgüdü” ya da “türe özgü hazır oluş” diyeceksin, biliyorum.
-Peki, Alyoşa Tanrı kendisini niye göstermiyor?.. Ben buraya takılıyorum. Sosyal fobisi mi var yoksa gizemli olmaktan haz mı alıyor?
-Hugo’nun “Sefiller” inde başkahraman Jean Valjean’ı anımsarsın. Hani kız kardeşi ve yeğenlerinin karnını doyurmak için ekmek çalmış ve kürek cezasına çarptırılmıştı. Sonrasında bizlere insanın dönüşebileceğini gösterdi. Âdeta bir kürek mahkûmu içerisinden bir aziz çıkarttı. Öyle ki tüm benliğini, yaşamını hiç tereddüt etmeden sahipsiz bir kız çocuğu olan Cosette’nin ayakları altına serdi. İşte, kendi iradesini hâkim kılmak isteyen Tanrı, J.Valjean’ın o kocaman yüreğinde ve şefkatli ellerinde göründü İvan. Newton’un başına elma düşmeden önce de yer çekiyordu biliyorsun. Keşfedici tasarımcı olan bilim adamları yaratıcı tasarımcının her bir yasasına ulaştıklarında Tanrı, yüzündeki peçeyi biz insanlara biraz daha açtı. Müslümanların kitabında şöyle bir cümle okumuştum “Kim Allah’a güzel bir borç verirse Allah da bunu kat kat fazlasıyla öder…”(Bakara 245). O, bir banka ya da ticarethane değil. Kim malını, ekmeğini bölüp darda olana uzatırsa o el, Tanrı’nın eli oluyor. Budanan meyve ağaçlarında olduğu gibi ürün azalmıyor bilakis daha gümrah çıkıyor.
-Hangi tanrıya inanmam gerektiğini ise daha söylemedin, Alyoşa. Söyle bana; karısından köşe bucak saklanan kılıbık Zeus’a mı kul olmalıyım, yoksa hırsız tanrı Promethe’ye mi? Belki de gezegeni savaş meydanı olarak gören Ahura Mazda ya da Ehrimen’den birinin safında yer tutmalıyım, ne dersin?.. Bence Yakup’la güreşe tutuşan Yahve’nin önünde başıma kipa takmalıyım. Tanrı’yı doğuran bakire Meryem’e ne dersin? Belki, İsa’nın Golgota Tepesi’nde çarmıha gerilmesine neden olan Yahuda İskaryot’a lanet okumalıyım. Kabile tanrılarını da sayarsak kendilerine kul olmamam gereken ne çok tanrı var Alyoşa!..
-Tanrı’nın her şeyden haberi vardır ama bir istihbarat teşkilatına ihtiyaç duymaz. Savaş ve kargaşa insana özgüdür, Ona değil. Katran karası bir gecede küçücük bir böceğin küçük parmaklarını görür ama göz denilen merceğe sahip değildir. Bizi rahimlerde şekillendirir ama çekiç, tornavida ve yapıştırıcı kullanmaz. “İnsan” denen canlı, kendini bile kuşatamayacak denli acizdir. Yaratıcı ise tel kullanmadan tüm kâinatı çevreleyecek kadar muktedirdir. Onun bir soy ağacı, aynı şirkette hissesi olan bir ortağı yoktur. O, Farabi’nin dediği gibi “Yokluğu düşünülemeyen zorunlu varlıktır. Kendisi dışında her şeyin yokluğu düşünülebilir. Dolayısıyla onlar mümkün varlıklardır.” Tanrı’nın ne yürüyerek ne de koşarak bir mabede girdiğine rastlanmıştır. Ancak kendisine inanan bir insanın, yüreğindeki mabetten ise hiç dışarıya çıkmamıştır.
-Söyler misin bana, dünya adlı gezegendeki savaşların kökü din eliyle sulanmadı mı? Hâlâ bu elle sulanmıyor mu? Dinler; insanlığa kan, gözyaşı, yıkım ve ötekileştirmeden başka ne vaat ediyorlar?
-Sana katılmıyorum İvan! Haçlı Seferleri dâhil tarihteki savaşların birçoğunun altında hammadde arayışı ve sömürgecilik yatar. “Din” buzdağının görünen ya da gösterilen yüzüdür.
-Bence açıklamakta aciz kaldığın her konuda Tanrı’yı dolgu malzemesi olarak kullanıyorsun Alyoşa! Şimdi hazır ol; en can alıcı soruya geldi sıra!.. Evet, tahmin ettiğine eminim. Ben “Kötülük ve Tanrı” diyeceğim. Senin ise “Teodise”* diyeceğini duyar gibiyim. Petersburg’un karanlık sokaklarında bir kız çocuğu defalarca tecavüze uğrarken Tanrı sıcak yatağında uyuyor muydu? Bilmiyorum, belki sokağın bir köşesinden bu sahneye tanık olmuştur. O zaman ya önlemek istemedi ya da önleyemedi. Ha! Ne dersin? Bu arada, iyi bir insan olmak, vicdanı içimizdeki mahkeme yapmak için Tanrı’ya ihtiyaç yoktur. Her şey bu sahneyle sınırlıdır. Ve ölünceye kadar yaşarız.
-Kız çocuğu tecavüze uğrarken O uyuyor muydu? Dediğinde içinde oluşan zulmü, kaosu devre dışı bırakma isteği, Tanrı’nın o kıza yardım için düğmeye bastığının göstergesidir. Zira Onun bizzat yardım ettiğine rastlanmamıştır İvan! Elini uzatmak için insanların ellerini, ayaklarını ve yüreklerini kullanır.
Evet! Alyoşa’nın argümanlarının yere daha sağlam bastığını gördü. İçine düştüğü varoluşsal senaryonun merkezinde “aşkın güç” oturuyordu. “Dünya” adlı sahne; bir illüzyon değildi. Sonsuz bir filmin fragmanıydı. Tanrı’nın ipine tutunmak “ölümsüzlük” demekti. O olmadan insanın tanımladığı iyinin, doğrunun ve adaletin rasyonel bir duvara yaslanması mümkün görünmüyordu. İnsan; “doğum”, “ölüm” gibi bir iki istisna dışında kendi kaderinin aktif bir oyuncusuydu. Tanrı’nın rolleri belirlediği aşikârdı ama onları dağıtmamıştı. Herkes uzatılan kartlar arasından kendisi seçiyordu. Çoğu zaman kalbimizin bir köşesinde, zihnimizin koridorlarında veya ruhumuzun meydanlarında gökyüzü kadar yırtıklar oluştuğu doğruydu. Ama bu devasa yırtığı kapatmak için kullanılan tanımlar, ideolojiler, enstrümanlar… ise avuç içi kadar yama hükmündeydi. Başını ellerinin arasına aldı ve “Bu boşluk; Tanrı’yı aşarak değil, ancak Tanrı’ya kaçarak doldurulabilir!” diye düşündü.
*Kötülük problemi karşısında Tanrı’yı savunma
(Ayarsız Dergisinde yayınlanmıştır.)
Fırat KÖKLEN
Yorumlar
Yorum Gönder
Lütfen yorumlarınızı bizimle paylaşınız. Yorumlarınız bizler için çok değerli. Onaylama işlemi zaman alabilir. Hakaret içeren yorumlar onaylanmayacaktır.