MEVLİD
Mevlid, veled, evlad kelimeleri aynı kökten gelir. Veled çocuk, evlad çocuklar, mevlid ise yeni doğmuş, doğum, doğum günü demektir. Mevlid kandili ise Hz. Peygamberimizin doğum gününün gecesinde kültürel olarak gerçekleştirilen ama artık bal gibi, dini bir ibadet şeklinde kutlamaya dönüştürülen gün ve gece demektir.
Bunlara ek olarak bir de, Süleyman Çelebi tarafından Hz Peygamberimize övgü için yazılmış bir şiir/mevlit var. Bu şiir, nameli bir şekilde kutsal geceler diye dine sokuşturulmuş kandil gecelerinde, düğünde dernekte, ölüm yıldönümlerinde, cenaze sonrası haftası, kırkı, elli ikisi vs gibi uyduruk belli günlerde ibadet aşkıyla okunur.
Bakalım ibadet aşkıyla okunan bu şiirin içinde ne gibi şirk unsurları var!
Mevlit, ilk kez yazılı olarak o eserde geçmiştir. Hz. Peygamberimizin doğumunu ve yaşamını rivayet kültürü ile anlatan bir eserdir. Bazı bölümleri, özellikle Allah tasvirleri, çok harika övgüler içermektedir. Zaten övgünün gerçek sahibi, onu gerçek anlamda hak eden ve övgünün hakkını zerre zayi etmeyecek olan yegâne Kudret, Allah'tır. Buna rağmen, bazı yerlerinde Hz Peygamberimizi överken tam da Hıristiyanların Hz İsa'yı ilahlaştırmasına benzer durumlar ortaya çıkmıştır. Öyle ki:
"İndiler gökten Melekler saf saf, Kabe gibi kıldılar beytim tavaf!"
Melekler sadece Allah'ın izniyle hareket eden (Enbiya-27) ve biz insanlar tarafından görülmeyecek olan indiklerine de tanıklık edilemeyecek olan varlıklardır. Sonra onların bir evi tavaf etmesi, bir evin Kâbe ye eş tutulması vs. son derece sıkıntılı sözler. İnsanın ağzından çıkanı kulağı duyması gerekir! Fakat bir şeye dinî kisve büründürünce akıl tutulması yaşanıyor ve sorgulama taca çıkıyor! Oysa Rabbimiz kitabını dahi sorgulamamızı istiyor!(Nisa-82) Zaten Moneradan yolculuk ekibi olarak biz sorgulamayı elden bırakmayacağız ve delille yaşayacağız, diye ant içmiştik…(Enfal-42)
Benzer şekilde pek çok beyitte bahsedildiği üzere; üç melek, üç huri gelip Amine annemizi müjdelemişler. Asiye ve Meryem validelerimize atıfla “Oğlun gibi hiçbir oğul cihana gelmemişti!” şeklinde övgüler dillendirilmesi de, şiir olarak kalmayan bu metin için son derece sıkıntılı ve tevhide aykırı bir durumdur. Çünkü ibadet niyetiyle, hem de camilerde okunmaktadır. Acaba Hz. Peygamberimiz o manzaraya şahit olsa onay verir miydi? Oysa Müslüman, sadece Rabbini yüceltmekle mükelleftir(Müddessir-3). Övgüyü sadece Allah’a has kılarak (Fatiha-2) tevhidi ayakta tutmayı öğreten Kutlu Nebi’nin bizzat kendisini Allah’a ortak koşma gaflet ve dalaletine bizi düşürmektedir.
“Mustafa’nın nurunu (Ademin) alnına koydu. Habibimin nuru, bil bu nur dedi.”
İşte “Nur-u Muhammedi Teorisi” ki, baştan aşağı Kur’an’a, Allah tasavvuruna ve Bilime aykırı bir teori. Tasavvuf ekolü de bu teoriye dayanır. Bu teoriye göre; Allah’ın ilk önce Hz. Muhammed’in nurunu yarattığı ve onun yüzü suyu hürmetine Kainatı yarattığı mesnetsiz görüşü ileri sürülür. Sanki Kainatın yaratılması gibi son derece mühim bir olayın sebebini Kur’an da pas geçen bir Allah var da, Onu Hadis-i Kutsi diye uydurdukları “Levlake Hadisi” ile açıklıyorlar! Kutsi Hadis şeklinde (güya) Allah kelamı olarak İslam literatürüne soktukları için Süleyman Çelebi de hiç üzerinde durmadan ve sorgulamadan överken şirke düşecek sözler sarf etmiştir. Aslında biraz da bilinçli bir şekilde ve o teoriye inanarak yazdığı da düşünülebilir. Çünkü Bursa Ulu Cami’de bir vaizin “Bütün peygamberlere eşit ölçüde ve aralarında fark gözetmeksizin iman etmek gerekir.” Şeklinde vaaz vermesine içerleyerek, “Vesilet-ün Necat=Kurtuluş Vesilesi” adıyla, bölümler halinde bu mini şiirler antolojisini kaleme almıştır. Oysa Muhaddisler dahi öyle bir hadis olmadığını, aynı sözlerin Hıristiyan kültüründe Hz. İsa için, Yahudi kültüründe her kavmi kendi dilinde Allah’a davet eden ve 72 dil bildiği kabul edilen, Hz. İdris için söylendiğini açıkça beyan etmektedirler.
Bir kere Yüce Rabbimiz yaptığı hiçbir eylemle, mahlukatı tarafından sebebe bağlanacak şekilde sorgulanamaz(Enbiya-23). Aksi halde o zaman Allah, Tanrı olmaz ve olamaz... Sorgulanma mahlukata özgü bir durumdur. Tanrının yaratma eylemini sebebe bağlamak işte bu açıdan Kur’ana ve Allah tasavvuruna terstir. Yine Rabbimiz yaratma maksadını, 4 ayetle bildirmiştir zaten(Bakara-29, Zariyat-56, Mülk-2 ve Furkan-77).
“Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim. O nedenle Kainatı yarattım! Bilinmem için özne olarak insanı seçtim.” Şeklinde doğru ile yanlışın iç içe geçtiği Muharref Tevrat kaynaklı bir söz daha dillendirilir. Yine mutasavvıfların dört elle sarıldıkları gizem ve sır dolu bir hayatla her insanın anlayamayacağı sırlar hazinesi bir Kitap ve Kainattan söz ederler. Ulu ve ermiş zatlar şeklinde ara tanrıcıklar üreten bir kabule kapı aralayan bu anlayış da, Kur’an’dan geçit alamaz. Bugünün bilgilerine göre bilinenler sınırlıdır. Yarının bilgileriyle de bugün bilinemeyen pek çok şey bilinebilir. Ama hala sınırlı kalacak bilgiler de olacaktır. Bize düşen sürekli genişleyen, paralel evrenleri de anlamak ve onlar hakkında malumat sahibi olmaktır. Bu bizim ev ödevimizdir. Mülk-2 de kimin hayırlı, kimin hayırsız olduğunu denemek için sınava tabi tutulduğumuz ve akıbetimizin bilinmesi için yaratıldığımızdan söz eden Rabbimiz bu hitabıyla tüm insan türüne seslenmektedir! Kimsenin bilimin ve bilgi akışının önüne set çekmeye hakkı yoktur.
Allah hiçbir yerde Peygamber Efendimize “Habibim=Sevgilim” dememiştir. Demez de… Bu hitap, Müslümanın Allah tasavvurunu sıkıntıya düşürür. Allah ve birisine, yarattığı mahlukuna aşık olmak! Lütfen aklınızı başınıza alın ve düşünün! Mümkün olabilir mi böyle bir şey? Aşık olmak kime özgü bir eylem? Aşk ve aşık kavramlarına yönelik olarak Esma-ül Hüsna’sında bir kırıntı olsun veri bulabilir misiniz? Biz Allah’ı önüne gelenin sunduğu şekliyle mi tanıyacağız, yoksa Allah’ın kendisini tanıttığı Esma’sıyla mı tanıyacağız?
“Bu gelen ilm-i ledün sultanıdır…”
İlm-i Ledün, Allah’ın sonsuz ilim ve irfanının tamamıdır. Asla hiç bir mahluk tarafından kuşatılamaz. Kuşatılırsa zaten yine o tanrı, Allah olamaz. Yüce Rabbimiz vahyini oradan rızık, nimet, şükür sebebi, öğüt, hatırlatma yani zikir olarak Cebrail vasıtasıyla Peygamberlere bildirir. Peygamberler de ümmetine, insanlığa tebliğ eder. Süleyman Çelebi ve hala o metni coşkuyla okuyanlar kusura bakmasın da, Levh-i Mahfuz diye bildirilen oranın ve oradaki Ledün ilmi’nin Sultanı da, muhakkak ki Allah’tır. Vakıa-79 da ins, cin, şeytan vs nin değil, sadece meleklerin, yani temiz olanların oraya erişip dokunabileceği bildirilir. Bırakın sultan olmayı!..
Yine pek çok beyitte Nur-u Muhammedi’nin nesilden nesile tertemiz bir şekilde güya Peygamberler silsilesi ile geçişi anlatılır. En nihayetinde Amine annemize eriştiği zikredilir. O arada İbrahim Peygamberimizin müşrik ve put yapıcısı putperest olan babası Azer’in durumu ne olacak? Ondan hiç bahsedilmez! İşte çökmüş ve bilimsel verilere de aykırı bir teori derken, bu verileri kullanıyorum. Allah’ın Amine annemize huriler aracılığı ile özel bir şerbet sunduğu, o şerbeti içince kendisini nurdan fark edemediği beyan ettirilir. Yani bi nur Peygamberimizin babası Abdullah’tan geliyor, bi nur da özel olarak Allah tarafından şerbetle geliyor. Amine annemiz şerbeti içince süper nova patlaması ile o saatte Dinin Sultanı(!) doğuyor. Dinin sultanı, sahibi kim oluyor şimdi? Allah nerede kalıyor? Allah kim oluyor o zaman? Allah aşkına sözün nereye gittiğini hiç düşünmeyecek miyiz? Her söylenene eyvallah deyip boyun mu bükeceğiz?
Ondan sonra Peygamberimizi öveceğim derken, mısralarına “Merhaba Ey…” diye başlayan ve sadece Allah’a has olan şirk söylemleri ile fireni patlamış tır gibi yokuş aşağı dayan gitsin!
-Evvelin ve ahirin efendisi! Başın ve sonun Sahibi! Ki O, Allah’tır.
-Al-i sultan! En yüce Sahip! Ki O, Allah’tır.
-Kan-i irfan! İrfanı kesin sonuçla tam kavramış sahip! Ki O, Allah’tır.
-Sırr-ı Furkan! Furkan(yanlış ve doğruyu ayıran)ın sırrı! Furkan Kur’an’dır ve kendisi sır değildir, apaçıktır ki; Onun sırrı Peygamberimiz olsun! Eğer ısrarla sırrından bahsedilecekse o sırrın sahibi de Allah’tır.
-Derde derman! Dertlerin çözüm sahibi! Ki O, Allah’tır.
-Şefial müznibin! Günahkarların şefaatçisi! Ki O, Allah’tır.
Sizi sıkmamak için, Mevlit metninin diğer bahisleri üzerinde kafa yormadım. Ama inanın onlara da göz atsam mutlaka inancımıza aykırı bulgular elde edeceğimi zannediyorum.
İşte Hz. Peygamberimizi öveceğim derken, överek onu çok seveceğim derken, insan nasıl zavallı duruma düşüyor, değil mi? Buradan hareketle çok rahatlıkla “Peygambere kul olunmadan Allah’a kul olunmaz!” diyebiliyorlar. Oradan da Peygamberlerin varisleri var. Biz de sizi Hz. Peygambere taşıyan metro istasyonlarıyız, demeye getirerek kula kulluk yaptırıyorlar. Din adına, şirkin dibine dibine vuruyorlar. Oysa Allah rızası için Al-i İmran 79 ve 80. Ayetleri, bir kere olsun anlayarak okusalar bu kadar cesur olamayacaklar. Fakat Mevlidin arasına garnitür olarak Arapça Kur’an okumak ve salya sümük ağlamak daha beleş ve kolay geliyor insanımıza! Bunun adı da maalesef Muttaki Müslümanlık oluyor! Hep şunu vurguluyorum değil mi? “Bizim kendimizi Müslüman atfetmemizden ziyade, Allah bize Müslüman mührünü vuracak mı acaba? Buraya bakmak lazım!” Bu hususa dikkatinizi çekmek istedim. Başka bir amacım asla yoktur. Yoksa ben şu ayetleri de çok iyi biliyorum! (En’am-107, Kaf-45 ve Gaşiye-22).
Bu kültürle yoğrulan günümüz Müslümanlarına Kur’an’a paralel bir yolda yolculuk yaptırılıyor. Fakat şunu unutmamak gerekir ki; paralel doğrular asla kesişmezler! İslam soslu atalar dininin paralel yolları da asla Kur’an yolu ile kesişmeyecektir. O nedenle biz Moneradan yolculuğumuzu paralel yollarda yapmıyoruz. Delille inanarak, sorgulayarak ve Kur’an’ın Nuru ile yolumuzu aydınlatarak yol alıyoruz.
Ne mutlu Kur’an’ın nuru ile yolunu aydınlatanlara. Ne mutlu Moneradan yolculuğun yol arkadaşlarına. Ne mutlu hayatına Kur’an’ı şahit tutarak yaşayanlara!
Haydi bir kez daha ve yeniden hayırlı yolculuklar…
Hayati YAMAN
Helal olsun hocam böyle devam edin.İnşsallah daha iyi yerlere gelirsiniz
YanıtlaSilTeşekkür ederim Kürşat cım. Hep birlikte inşallah evladım...
Sil